Saturday, November 17, 2012

Ihtiyarlar


Gizli Türk Teşkilatı Börü Budun

İslamiyet öncesi dönemde, hakanların ve şamanların kurmuş olduğu bu örgüt faaliyetlerine çin ve komşu ülkelerde çeşitli ajanlık ve örgütlenmeler ile başlamıştı. Selçuklu ve Osmanlıda da varlığını sürdürdüğünü sandığımız bu örgütün bu gün bile var olduğuna dair söylentiler vardır. Üzerindeki renklerin ve temanın göktürklerle bire bir örtüşmesi ilginçtir. Mistik güçleri olduğu düşünülen şamanların, bu güne kadar ki sırlarını ve Türk Dünyasının gerçek tarihine sahip olduğu söylenmektedir.

Ancak börü budunun karşı olduğu bir tavır Osmanlı Türk ordusu içine yerleşen Devşirme yöntemiydi. Börü budunun tavsiyesi ile kurulmuş olan Akıncılar bu yüzden gözden düşmeye başladılar.

Müslüman Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvvetlerine verilen bu isim, 500 sene sonra Avrupa'da "komando" olarak ortaya çıkacaktır.

Börü budun göktürk hakanı Vezir Bilge Tonyukuk tarafından, İlteriş yani Kutluk Kağanın emriyle tahmini olarak 680 de kuruldu. Karşı ordular ve milletler hakkında çeşitli ajanlar kullanarak bilgi toplamak ve sabote etmek gibi işler için kullanıldı. Toplamda 50 kişiye yakın oldukları söylenmekte. Henüz hükümdarlığını ilan etmemiş olan ve devlet kurma hazırlığında olan İlteriş kağan, Başta vezir Bilge Tonyukuk olmak üzere onyedi arkadaşı ile bir birlik oluşturmaya karar verdiğinde ortaya ilk teşkilat olarak börü budun çıktı. Daha sonra ise 2. Göktürk devleti zamanı başladı.

Aşına soyunun bir dişi kurttan türediğine dair o çağda pek yaygın olduğu anlaşılan rivayetler, Gök-Türklerin erken tarihini efsanelerle karıştırmaktadır. Ancak kurttan-türeme geleneğinin, Asya Hunları arasında da mevcut olması ve kurt ata'nın Türkleri dar, geçilmez yollardan selamete ulaştırdığı (Bozkurt Destanı'nın aslı) rivayetinin Hunlarda görülmesi, Gök-Türklerin Hunlara nispetini ortaya koymaktadır. Aşına ailesinin, yalnız bir erkek çocuk hayatta kalmak üzere, katliama uğramış olduğu rivayetini, Tsü-kü (aslında Asya Hun devletinde bir unvan) adlı Hun ailesine mensup Meng-sün tarafından kurulan Kuzey Liang Hun Devletinin, 439'da Tabgaçlar tarafından yıkılması hadisesine bağlamak mümkündür. Sui-shu'ya (Çin yıllığı, 581-618) göre, bu Hun devletinde idareyi elinde tutan Tsü-kü (Chü-ch'ü)'ler imha edildiği zaman, A-shih-na (Aşına) kolu, 500 ailelik bir kütle halinde, Kan-su bölgesinden göçerek, Juan-juanlara sığınmışlardı. Gök-Türklerin nüvesini teşkil ettiği belirtilen ve Meng-sün'ün oğlu An-çu ve sonra torunu Şu'nun öldürülmesi üzerine önce Hsi-hai'da iken sonra Altaylar'a nüfuz eden bu kütle, Chü-ch'üler (Tsü-kü) yolu ile de Asya Hunlarına bağlanmaktadır ve hatta, bu kısa göç hareketini idare eden Aşına soyunun, Güney Hun tanhuları yolu ile Mo-tun'un mensup olduğu ünlü T'u-ko (Tu-ku) ailesinden gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Kurt ata inancı dolayısıyla Gök-Türk hakanlık belgesi, altından kurt başlı sancak (tuğ) olmuştur.

Kurt başlı sancak bu kurulmuş olan börü budun için bir gelenek ve simge halini de almıştır. Belki de dünyanın en eski istihbarat ve haber alma teşkilatı olmuştur. Büyük Selçuk İmparatorluğunun kurulması Börü Budun üyesi olan subaşı Dukak'a verilen emir ile oğlu zeki ve etkileyici konuşmaları ile tanınan Selçuk Bey'in budun emrine alınması sonucu gerekli Türk Kavimlerinin desteği sağlanarak baş olması sonucunda gerçekleştirilmişti. Sık sık devletler ile iç içe olmasına rağmen, devletlerden bağımsız olarak göktürk örf, adet ve geleneklerine bağlı olduğu bilinen börü budun, Büyük selçukluya kadar islamlaşmış olmasına rağmen derin göktanrı ve şaman inancının etkilerini, büyülerini, ayinlerini ve geleneklerini sürdürmüştü. Anadolu selçuklu ve büyük selçuklunun ayrılmasının kararında en büyük etkinin yine Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Selçuk Bey'in oğlu Arslan Yabgu'nun torunu olarak anadolu içlerini fetihle görevlendirilmiş, Anadoluya girişi ise börü budun tarafından istihbarat ağıyla donatılmış ve bizans ordusunda moral bozucu etkenler oluşturulmuş şekilde teslim alan Sultan Muhammed Alparslan sağlamıştır. Alâeddin Keykubad zamanında devlet işlerinde etkili olduğu söylenen Börü Budun teşkilatı bir çok dergah şeyhi, yönetici ve padişahın da üye bulunduğu gizli tarikatlar kurarak genişlemeye devam etmiştir. Alâeddin Keykubad, 1 Haziran 1237 tarihinde Kayseri'de vefat etti. Yerine İzzeddin Kılıç Arslan'ı veliaht tayin etmesine rağmen, teşkilatın isteğinin dışında büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev tahta geçti. Böylece börü budun anadolu selçuklulardaki gücünü kaybetmeye başladığını anlayınca teşkilat gizlendi.

Eskişehir, Kütahya, Afyon ve Denizli, Selçuklu-İslâm kültürünün yerleştiği uc merkezleri olarak yükselip Gazi Türkmenlerin faaliyette bulunduğu en ileri uc bölgesiyle Selçuklu uc bölgesi arasında bir ara bölge haline geldiler. Uc bölgelerinde ortaya çıkan Türkmen beylikleri arasında Konya'ya hakim olan Karamanoğulları en kuvvetlisi görünüyor ve Selçukluların varisi olduğunu iddia ediyordu. Batı Anadolu'da Aydınoğulları, devrin şartlarına göre mükemmel bir donanma gücüne sahip bulunuyordu.Göçebe bir kavmin süratle denizci olması ve Adalar (Ege) Denizini alt üst eden gazalarıyla hayranlık uyandırması, şaşılacak bir gelişmeydi. Bu devir Anadolu'sunda yine mühim sayılabilecek bir güce sahip bulunan Germiyanoğulları, Karesioğuları, Menteşeoğulları, Saruhanoğulları, Hamidoğulları ve Candaroğulları beyliklerinden her biri, kendi hesabına yayılma mücadelesine girişti. Bunlar arasında Söğüt'te kurulan Osmanlı Beyliği en mütevazı bir durumda bulunuyordu.

Ertuğrul Gazi, tahminen doksan yaşında olduğu halde, 1288'de vefat ettiğinde, Osmanlı Beyliği; Karacadağ, Söğüt, Domaniç ve çevresinde 4800 kilometrekarelik mütevazı bir toprak parçasına sahipti. Ertuğrul Bey'in vefatından sonra, uçtaki Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla, Kayı boyundan olduğu için, Osman Bey börü budun yardımıyla hepsine baş seçildi. Diğer Anadolu beyleri birbirleriyle uğraşırken Osman Bey bu teşkilatın desteği ve yol göstermesi ile, Bizans'la mücadele etti. Bu sayede, 1288'de Selçuklu sultanının gönderdiği hakimiyet alâmetlerini alan Osman Gazi, böylece kendi nüfuz bölgesini ve oradaki reayayı (halkı) Bizans'a ve komşu beylere karşı koruma mesuliyetini yüklenmiş oldu. Çevresine aldığı Samsa Çavuş, Konuralp ( gök börü ), Akçakoca ( gök börü ) , Aykut Alp, Abdurrahman Gazi gibi aşiret beyleriyle birlikte fetih hareketini başlatan Osman Gazi kısa sürede İnönü, Eskişehir, Karacahisar, Yarhisar, İnegöl ve Bilecik'i zaptetti. Bilecik'in fethi ve Osman Bey'in beylik merkezini buraya nakletmesiyle; Anadolu Selçukluları'nca Moğollara karşı girişilen başarısız Sülemiş isyanı neticesinde Sultan III. Alaaddin Keykubad'ın kaçması hemen hemen aynı tarihlere rastladı. Bu sebeple Selçuklu Devleti'nin başsız kalması neticesinde daha serbest hareket etmeye başlayan Osman Gazi, bağımsızlığını (istiklâlini) ilan etti (27 Ocak 1300).

Osman gazi sahip olduğu mükkemmel istihbarat ağı sayesinde, gerek gizli ahilik ve yesevilik gibi tarikatların desteğini de alarak, önceden pisikolojik olarak muhasara ettiği bizans kalelerini tek tek ele geçirdi. efke, Mekece, Akhisar, Geyve ve Leblebici kalelerinin fethinden sonra Osman Gazi, askerî harekâtın başına oğlu Orhan Gazi'yi getirdi (1320). Osman Gazi, Bundan sonra ölümüne kadar, teşkilât meseleleriyle meşgul oldu.

Börü budun daha önceden kurmuş olduğu gizli örgütler ve tarikatları anadolu Türklüğünün geleceği olarak gördüğü genç osmanlılara yardım amacıyla harekete geçirdi. Edebâli, Dâvûd-ı Kayserî, Dursun Fakih gibi büyükler, Karaman ülkesinden kalkıp, Osmanlı toprağına kondular ve kültür faaliyetlerini başlattılar.

Ertuğrul Gazi'nin, oğlu Osman Gazi'ye bıraktığı 4800 kilometrekarelik beylik, 43 yıl içinde, üç mislinden daha fazla büyüyerek 16000 kilometrekareye ulaştı. Orhan Gazi ise, babasından devraldığı devletini, altı kat daha büyüterek, 95 bin kilometrekareye çıkardı. Nihayet, Murad-ı Hüdâvendigâr, 1361-1389 yılları arasında, devletini beş misli daha büyüterek, 500 bin kilometrekareye yükseltti. Artık aşiretten beyliğe geçen Osmanlı Devleti, imparatorluğa hazırlanıyordu ve gayesini de çizmişti.

Gerçekten de, bir aşiretten, cihangir bir imparatorluğa giden yolda, neler yapıldığı incelenecek olursa, devletin temelleri ve şaşırtıcı yükselişi daha iyi anlaşılır. Nitekim Fransız tarihçisi Grengur da " Bu yeni imparatorluğun teessüsü, beşer tarihinin en büyük ve hayrete değer vakalarından biridir " demektedir.

Kendisini Cengiz'in mirasçısı olarak gören ve Cengiz imparatorluğu topraklarının tamamına hâkim bir İslam devleti kurmak isteyen Timur Han, Altınordu Hanlığı gibi, Ankara civarında 20 Temmuz 1402'de, Osmanlı Devletine de büyük bir darbe vurdu ve Anadolu'yu tekrar parçaladı. Ancak Timur han istenmeyen bu savaşı kaznmış olsa da, politik sebeplerle börü budunun desteklediği bu Türk devletini yıkma girişiminden dolayı cezalandırıldı. Ancak Timur han'da börü budun'a üye olup emirlerini oradan alsa da amacının bu devleti yıkmak olmadığını beyan etmişti.

Tarihçiler Timur'un kellelerden kuleler yaptığını, şehirleri yakıp yıktığını da hatırlatırlar. Yıldırım Bayezid'le savaşmış ve kardeş orduları birbirine kırdırmış olmakla da suçlanır. Gerçekten Ankara Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti, bir süre bocalamış ve bir fetret devri geçirmiştir. Fakat aynı tarihçiler, hatta bütün tarihçiler, Timur Han'ın son ana kadar savaşı başlatmamak için, Yıldırım Bayezid Han'ın ise başlatmak için gayret gösterdiğini yazarlar.

Ama o, kendi devrine kadar, Bilge Kağan'dan başka hiçbir Türk hükümdarın göstermediği bir anlayışla, gurur kaynağını şu sözlerle belirtmiştir:

"Biz ki Melik-i Turan, Emîr-i Türkistan'ız,
Biz ki Türk oğlu Türk'üz;
Biz ki milletlerin en kadîmî ve en ulusu Türk'ün başbuğuyuz!..."

Timur Han, 19 Mart 1405 günü vefat etti. Son sözü "Lâ ilâhe illAllah" oldu. Cenazesini mumyalayarak Semerkant'a götürdüler. Sağlığında çok sevdiği torunu Muhammed Sultan için yaptırdığı türbeye, torununun yanına gömüldü.

Ancak Anadolu'da Türklüğün yayılması ve cihan Türk imparatorluğu kurmakla görevlendirilmiş olan bir Türk Devletine karşı savaşmış olan Timur devleti yok edilmeye mahkum edilmişti çoktan.

Bu arada Osmanlı'da "Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihânın payitahtı olmalıdır" diyen Fatih Sultan Mehmed, bundan sonra cihan hakimiyeti projesini gerçekleştirmek üzere, sistemli bir teşebbüse girişti.

Peygamber efendimizin 800 küsur sene önce verdiği müjde, 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşti. Bu durumda 1000 yıllık Şarkî Roma (Bizans) tarihe karışıyordu. Sistemli çalışmalar, pisikolojik yıldırma, vur kaç taktikleri ve güçlü istihbarat ağı Mehmet'e yardımcı olmuş, Türlük dünyasının dört bir yanından gelen bilim adamları ve alimler Fatih olmasının temellerini atmışlardı.


"Mâhir bir kumandan, Türk askeriyle dünyayı kutuptan kutba kadar katedebilir." (Vandal)

"Seleflerinin gayretleri sayesinde, Sultan Süleyman öyle bir orduyu emri altında bulunduruyordu ki, kuruluşu ve silahları bakımından bu ordu, dünyanın bütün diğer ordularından dört asır ilerideydi... Her Türk askeri, yalnız başına, seçkin bir Avrupa taburuna bedeldi." (Benoist Mechin)

"Kudretli Türk ordusu, bir tek emirle, tek vücut ve iyi kurulmuş bir makine halinde harekete geçiyordu." (Henri Hauser )

Türk ordusu mükemmel yapısı, milliyetçi tavrı ve börü budun gibi bir istihbarat ağıyla gitmeden yıllarca öncesinden sefer yapılacak yerler hakkında bilgi sahibi oluyor ve gittikleri yeri feth etmeden gelmiyorlardı.

Ancak börü budunun karşı olduğu bir tavır Osmanlı Türk ordusu içine yerleşen Devşirme yöntemiydi. Börü budunun tavsiyesi ile kurulmuş olan Akıncılar bu yüzden gözden düşmeye başladılar.

Müslüman Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvvetlerine verilen bu isim, 500 sene sonra Avrupa'da "komando" olarak ortaya çıkacaktır.

Akıncılardan bin kişinin komutanına binbaşı, yüz askerin komutanına yüzbaşı ve on neferinkine de onbaşı denilirdi. Bunların hepsinin üstünde de akıncı beyi denilen akıncı kumandanı vardı ve buna akıncı sancak beyi de denilirdi. Bu beyler, börü budun yönetimindeki söz sahibi ( gök börü ) tarafından seçilir ve soylu Türk Ailelerinden gelmelerine dikkat edilirdi.

Akıncılarla beraber Serhad kulu askerinin bir bölümünü de "Deliler" teşkil ediyordu. Öncü birliklerden olan ve deli denilen bu atlılar da akıncılar gibi gözünü budaktan sakınmıyorlardı.

Gerçekten bu sınıfa mensub olanlar, öyle bir cesarete sahip idiler ki, asır "delil" demek olan bu tabir, cesaretlerinden dolayı halk arasında "deli" olarak meşhur olmuştu. İri yarı ve cesaretli kimselerden meydana gelen bu hafif süvari birliği, ocaklarını Hz. Ömer'e kadar dayandırırlar. Fevkalade cesaret, atılganlık ve korkunç kıyafetleri ile düşmana dehşet veren Deliler, hep galip gelirlerdi. Bu sınf askerî birliğin parolası"yazılan gelir başa" şeklinde idi. Böyle bir anlayış ve şuura sahip oldukları için hiç bir tehlikeden çekinmezlerdi.

Sancak beyi veya beylerbeyi maiyetinde olan delilerde, akıncıların bütün silahlan vardı. Bunların her elli-altmış kişisi "bayrak" adı ile bir birlik meydana getiriyordu. Bu birliklerin birkaç tanesi "Delibaşı" adında bir subayın komutasında idi. Birkaç delibaşının askerleri de "Alaybeyi" veya "Serçeşme" denilen daha yüksek rütbeli bir subayın komutasına havale edilmişlerdi.

XVI. asırlardan önce pek görülmeyen bu askerî birlik, Türklerden başka Bosnak, Sırp ve Hırvat gibi Müslüman olmuş cengaverlerden meydana gelmişti. Bunlar, tamamıyle Rumeli halkından oldukları için orada bulunurlardı.Devlette, zaaf belirtilerinin görüldüğü devşirmelerin arttığı XVIII. asırdan itibaren bu askerî birlik de önemini kaybetti. Yeniçerilerin ortadan kaldırılması ile bunlar da ne yazık ki lagv edildi.

Devşirme Kanunu, bilhassa 17. yüzyılın başından itibaren, Hıristiyan çocuklarının gerekli tetkik ve muayeneler yapılmadan alınmaları, tutulması gerekli olan eşkâl defterine pek ehemmiyet verilmemesi üzerine bozulmaya başlamıştır. Bu durum, Yeniçeri Ocağına, devşirme efradının alınmasından vazgeçilmesine yol açmıştır. On sekizinci yüzyıl başlarında, yalnız Bostancı Ocağı için 1000 devşirme toplanmışken, aynı yüzyılın ortalarında, devşirme usulü börü budunun baskısı sonucu kesin olarak bırakılmıştır.


--Tanzimat ve Islahat Fermanları döneminde sayıları giderek artan "batı tarzında eğitimveren kurumlar"dan yetişen Osmanlı aydınları, batı fikirlerinden ve özellikle Fransız düşüncesinden önemli ölçüde etkilendiler. Derinlemesine bir felsefî gelenek oluşturmasa bile, Osmanlı aydınları 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren "hürriyet, adalet, eşitlik, toplumsaldayanışma, parlamento" gibi kavramları fikir kategorileri arasına yerleştirmeye başladı. Bu tartışmaların ve Tanzimat'la birlikte yeşermeye başlayan "yasalara dayalı devlet" fikrinin etkisiyle, Osmanlı siyasal hayatında "sistemin değiştirilmesine yönelik" ilk örgütlenmeler de başlamış oldu. Bu örgütlenmelerden ilki "Genç Osmanlılar Hareketi"dir.

1865 yılında kurulan "Genç Osmanlılar Cemiyeti" cemiyeti, 1867'ye kadar daha çok, taraftar toplama ve fikirlerini yayma çabası içinde oldu. Bu çabaların en büyük destekçilerinden bir de Gizli Türk Örgütü Börü Budun oldu.

Örgütün, 1876'da, yaptığı bir saray darbesi sonucu Sultan Abdülaziz tahttan uzaklaştırıldı ve meşrutiyet yanlısı olan V. Murat padişah oldu. Meşrutiyet yanlısı Osmanlı yüksek bürokrasisi ile bu aydınlar arasındaki yakınlaşma sonucunda bu aydınların önemli bir bölümü ülkeye döndü. Bir "Kanun-ı Esasi Encümeni" kuruldu. Asabı, hükümdarlık yapacak kadar güçlü olmayan V. Murad tahttan ayrıldı ve yerine meşrutiyeti ilân edeceğine söz veren II. Abdülhamid geçti

Hazırlanan Anayasa 23 Aralık 1876'da ilân edildi ve ilk Türk parlamentosu 1877 yılının ilk aylarında toplandı. 1876'da Osmanlı ülkesinin pek çok bölgesinden İstanbul'a gelen "mebuslar", birbirlerinin farklılıklarını ilk defa bu parlamentoda gayet açık olarak gördüler. Zaten bu ilk "meşrutiyet" de pek uzun ömürlü olmadı. 1877 yılında Rusya ile patlak veren savaş, Osmanlı ordusunun ağır mağlubiyeti ve Ayastefanos Antlaşması ile son bulunca, Padişah II. Abdülhamid, savaş kışkırtıcılığıyla suçladığı meclisi tatil etti ve Kanun-ı Esasi'yi askıya aldı. 1878'den 1908'e kadar devam edecek olan kendi kişisel egemenliğine dayalı bir yönetim oluşturdu.

Sultan, ülke içinde denetimi sağlamanın ve sürdürebilmenin yol ve haberleşme ağı ile ilgili olduğunu düşündüğü için ciddi bir demiryolu ve telgraf ağı oluşturmak üzere yoğun bir çaba gösterdi, bunda da başarılı olduğu söylenebilir. İşte bu dönemden sonra Börü Budun örgütü teknoloji ile ilk karşılaşmasını sağlamıştı. II. Abdulhamit her ne kadar Meşrutiyete karşı bir kişi gibi görünse de Saray içerisinde çok güçlü olan Örgüt yüzünden çok fazla bir etkinlik sağlayamıyordu.

Öte yandan, hükümdarın kurduğu katı ve baskıcı yönetim içeride örgütün desteklediği geniş bir aydın muhalefetini yaygın hale getirdi. 1890'lı yıllardan başlayarak, önce Askeri Tıbbiye'de oluşturulan "Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti" bu muhalefet hareketinin odağı haline geldi. O kadar ki Denilebilir ki ; sözkonusu eğitim kurumlarında okuyan öğrenciler arasında "İttihatçılık" neredeyse doğal bir olgu haline gelmişti.

Ahmet Rıza Bey'in ( börü ) öncülüğündeki "Osmanlı Terakki veİttihat Cemiyeti" ile Prens Sebahattin'in öncülüğündeki "Âdem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-ü Şahsi Cemiyeti" Ahmet Rıza Bey'in öncülüğündeki Cemiyet, yurt içinde özellikle Selanik'te örgütlenmiş olan ve daha çok küçük rütbeli subay ve memurların oluşturduğu "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti" arasında yapılan görüşmeler sonucunda 1906 yılında birleşme kararı alındı ve "Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti" adı altında güçlü bir muhalefet örgütü ortaya çıkmış oldu. Bu örgütün, 1908 yılı başlarından itibaren yürüttüğü yoğun çalışmalar sonucunda II. Abdülhamid, 24 Temmuz 1908'de Meşrutiyeti yeniden ilânederek Kanun-ı Esasi'yi yürürlüğe koydu.

Artık örgüt resmi bir kanaldan Osmanlıya sözünü geçirebilecek bir yapıya kavuşmuştu. İttihat ve Terakki partisindeki güçlü isimlerin büyük bir kısmı örgüt adına çalışıyordu. Ancak zaman içerisinde şahsi çıkarlarını öne çıkaranlar oldu.

Meşrûtiyetin îlânından sonra ülkeye dönen Prens Sebahaddîn Bey grubu, İttihat ve Terakki ile birlikte hareket etmeyi reddederek kendi görüşleri doğrultusunda faaliyet göstermeye başladılar. Adem-i Merkeziyetçi görüşleri sebebiyle İttihat ve Terakkiden bekledikleri iltifâtı göremediler. İttihat ve Terakki ile tamâmen irtibâtı kesen Prens Sebahaddîn Bey, 14 Eylül'de Ahrâr Fırkasının kurulmasını destekledi. Kısa zamanda muhâlefetin sesi hâline gelen Ahrâr Fırkası, İttihat ve Terakkinin gizli kapaklı yönetim modeliyle iktidar tekelciliğinin ve gizliliğinin sonunda bir istibdat meydana gelebileceği konusunu işledi. İdârî ve siyâsî mesûliyetten uzak olan İttihat ve Terakkinin devlet işlerine karışmasını, hükûmeti ve milleti tahakkümü altına almasını, orduyu siyâsete karıştırmasını tenkid etti. Bu teşkilata savaş açmak anlamına geliyordu.

İttihat ve Terakkiye karşı gerek meclis içi, gerekse meclis dışı muhâlefet şiddetlendirildi. Meclis içinde, çok az üyesi bulunan Ahrâr Fırkası, Meclis dışında Serbestî Gazetesi ile muhâlefet çalışmalarını sürdürdü. Bu gazete, eski memurlardan şantaj yoluyla para alındığını gösteren belgeler ve makâleler yayınladı. Siyâsî rakiplerine karşı tedhiş yoluna baş vuran İttihatçılar, Serbestî Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi'yi Sirkeci Postahânesi yanında esrarlı bir şekilde öldürttüler. Hasan Fehmi'nin cenâze töreni İttihatçıların aleyhinde bir gösteri mâhiyetinde cereyân etti. Derviş Vahdetî ve arkadaşları tarafından kurulan İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti ve yayın organı olan Volkan Gazetesi de, İttihat ve Terakki aleyhinde faaliyet gösterdiler. İttihat ve Terakkinin ordu içinde kendisine karşı olan, milletini, dînini ve vatanını seven subayları, orduda gençleştirme bahânesiyle tasfiye etmesi, orduda huzursuzluklara yol açtı. İttihat ve Terakkinin Pâdişâha ve hilâfet makâmına karşı olan sevimsiz hareketleri de, sağduyu sâhibi Müslüman ahâlide nefret uyandırdı

Sultan Abdülhamîd Hanı tahttan indiren, Trablusgarb'ı İtalyanlara bırakan, çıkardığı kiliseler kânunuyla Balkanlardaki Hıristiyanların birlik kurmalarını sağlayan ve Balkanların Osmanlı Devletinden kopmasına sebeb olan, Bâbıâlî Baskınını düzenleyen ve milleti zulüm ve tedhiş ile idâre eden, Sarıkamış fâciâsında on binlerce Müslüman-Türkün canına kıyan, mecnûnâne bir hareketle Kanal Seferini açarak Filistin ve Sûriye'de Osmanlı ordusunun ve bu toprakların elden çıkmasına sebeb olan, dört senelik Birinci Dünyâ Harbi müddetince Anadolu'da halkı açlık, sussuzluk, yokluk içinde inleten İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Enver Paşa Türkistan'da, Talat Paşa Berlin'de, Cemâl Paşa da Tiflis'te, Ermenilere teslim edilerek onlar tarafından öldürüldüler. Teşkilatın amaç ve istekleri doğrultusunda hareket etmelerinin sonuçları acı çıktı.
Ihtiyarlar:
Aslında cemiyet; kuruluş, teşkilâtlanma ve faaliyet bakımından farklı özellikler taşıyordu. Cemiyeti yöneten genel merkez üyesi yedi kişinin kimlikleri, Meşrûtiyet îlân edildikten sonra bile açıklanmadı. Üyeler, masonların törenlerine benzer usûllerle cemiyete alınırdı. Rehber üyelerce tavsiye edilen ve uygun görülen kişiler, tahlif heyeti (yemîn kurulu) önünde yemin ederlerdi.

Cemiyete giren üye, teşkilâtın gayesi uğruna gerektiğinde canını fedâya hazır olduğunu bu yeminle kabul ediyordu. Cemiyetin amaçlarına aykırı hareket eden, ihanet eden üyeler için merkez heyetleri, mahkeme gibi yargılama yaparlar ve suçluyu ölümle cezâlandırırlardı.

Akıncılardan bin kişinin komutanına binbaşı, yüz askerin komutanına yüzbaşı ve on neferinkine de onbaşı denilirdi. Bunların hepsinin üstünde de akıncı beyi denilen akıncı kumandanı vardı ve buna akıncı sancak beyi de denilirdi. Bu beyler, börü budun yönetimindeki söz sahibi ( gök börü ) tarafından seçilir ve soylu Türk Ailelerinden gelmelerine dikkat edilirdi.

Alıntıdır.

Friday, January 06, 2012

Kırmızı Kitap Degisti

Milli Güvenlik Kurulu’nun dünkü toplantısında yeni Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi uygun bulundu. MGSB'den, irtica, cumhuriyet tarihinde ilk kez isim olarak tamamen çıkarıldı. 
ANKARA - MGK (Milli Güvenlik Kurulu), tartışmalı geçen YAŞ toplantısının ardından ilk toplantısını dün yaptı. Yeni komuta kademesinin hazır bulunduğu toplantıdan önemli kararlar, tesbitler ve vurgular çıktı. MGK, yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ni uygun buldu ve tavsiye kararının Bakanlar Kurulu’na bildirilmesine karar verdi. MGK ayrıca “dost ve müttefik ülkelere”, terör örgütü mensupları ve yandaşlarının ülkelerinde faaliyet göstermesine imkan tanımama ve terörün maddi kaynağının kurutulması bakımından etkin tedbirler alma çağrısında bulundu. Terör örgütünün bölge halkının huzur ve refahını engellemeye çalıştığını ortaya koyduğunu vurgulayan MGK, sivil halka yönelik saldırılarda kara mayını kullanmaktan çekinmemesini de “insani değerlere bakış açısını açıklıkla sergilediğini” de ifade etti. MGK’nın dün 5 saat 15 dakika süren toplantısından sonra yayınlanan bildiride yer alan kararlar, tesbitler, değerlendirmeler ve vurgulamalar şöyle:

TERÖRLE MÜCADELE: Toplantıda ülke güvenliğini ilgilendiren iç ve dış gelişmeler etraflı suretle ele alınmış, bu bağlamda bölücü terör örgütünün ülkemizin bütünlüğünü ve milletimizin birliğini ve huzurunu bozmaya yönelik her türlü faliyetine karşın çok yönlü olarak yürütülen mücadelenin önümüzdeki dönemde de halkımızın sağduyulu yaklaşımı ve desteğinden alınan güçle aynı kararlılıkla sürdürülmeye devam edeceği vurgulanmıştır.

KARA MAYINI: Bölgenin refah düzeyinin yükseltilmesine yönelik yatırımları engellemeyi amaçlayan eylemleriyle bölge halkının huzur ve refahına yaklaşımını ortaya koyan bölücü terör örgütünün aralarında çocuk ve kadınların da yeraldığı sivil halkı hedef alan saldırılarında kara mayını kullanmaktan çekinmemesini bu örgütün insani değerlere bakış açısını da bir kere daha açıklıkla sergilediğine dikkat çekilmiştir.

DOST VE MÜTTEFİKLERE: Dost ve müttefik ülkelere bu hususları ciddiyetle ve sorumluluk duygusu içinde dikkate almaları ve terör örgütü mensupları ve yandaşlarının ülkelerinde faliyet göstermelerine imkan tanımaması ve terörün maddi kaynağının kurutulması bakımlarından etkin tedbirler benimsemeleri çağrısında bulunulmuştur.

IRAK: Irak’taki son gelişmeler tüm boyutlarıyla değerlendirilmiş, bu çercevede 7 Mart 2010’da gerçekleştirilen parlemento seçimlerinden bu yana yeni hükümetin henüz kurulamamış olmasının muhtemel yansımaları ele alınmış, Irak’ta siyasi süreçte yaşandığını müşahade ettiğimiz sorunların ulusal uzlaşı temelinde biran evvel aşılmasının önem taşıdığı vurgulanmıştır. Terörle mücadeleye ilişkin Türkiye-Irak-ABD üçlü mekanizma sürecindeki gelişmeler de gözden geçirilmiştir.

BM: BM’nin 23-30 Eylül 2010 tarihinde Newyork’ta yapılan 65. Genel Kurulu bağlamındaki gelişmeler ile sayın Cumhurbaşkanımızın başkanlığındaki heyetimizin genel kurul sırasındaki kapsamlı faliyetleri üzerinde durulmuştur. Bu çerçevede BM Güvenlik Konseyi dönem başkanlığımızla aynı döneme tesadüf eden Genel Kurul çalışmaları sırasında yürütülen çok yönlü faliyetlerin Türkiye’nin uluslararası alanda ve BM nezninde yakalamış olduğu ivmenin daha da güçlendirilmesine önemli katkıda bulunduğu vurgulanmıştır.

İRAN: BM Genel Kurul çalışmaları bağlamında BM gündeminde yeralan İran ve İsrail ile ilgili bazı konulara ilişkin son gelişmeler de değerlendirilmiştir. Bu çerçevede İran’ın nükleer programı konusunda ilgili taraflar arasında doğdrudan müzakerelerin yeni turunun biran önce gerçeklemşeminin önemine dikkat çekilmiştir.

İSRAİL: İnsani yardım konvoyuna saldırısı konusundaki gelişmeler BM İnsan Hakları Konseyi’nin bağımsız uzmanlarca hazırlanan 29 Eylül 2010 tarihli raporu ışınığnda değerlendirilmiştir.

SİBER TEHDİT: Siber tehditin global düzeyde ulaştığı boyut ve bu tehdidin ulusal güvenliğe etkileri kapsamlı suretle ele alınmıştır. Bu bağlamda siber tehdidin engellenmebilmesi açısından milli düzeyde yürütülen çamlışmalar değerlendirilmiştir.

KIRMIZI KİTAP: Yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi görüşülerek uygun bulunmuş ve bu konudaki tavsiye kararının Bakanlar Kurulu’na bildirilmesine karar verilmiştir.

G.KURMAY BAŞKANI İLE İKİLİ ZİRVE

Erdoğan, MGK toplantısından önce MGK üyesi bakanlarla biraraya geldi. Başbakanlık Resmi Konutundaki toplantı, yaklaşık 2 saat sürdü. Erdoğan, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı da kabul etti. MGK toplantısının ardından da Başbakan ve Genelkurmay Başkanı başbaşa bir görüşme gerçekleştirdi.

İLK KEZ KATILDILAR

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül başkanlığında Çankaya Köşkü’nde yapılan toplantıya, Orgeneral Işık Koşaner, Genelkurmay Başkanı sıfatıyla ilk kez katıldı. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Erdal Ceylanoğlu’nın ise katıldığı ilk MGK toplantısı oldu.

KIRMIZI KİTAP NEDİR?

Kamuoyunda “Kırmızı Kitap” ve “Gizli Anayasa” olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, varlığı kabul edilen ancak içeriği açıklanmayan bir belge. Bakanlar Kurulu ve kolluk güçleri için bir rehber niteliği taşıyan Kırmızı Kitap, geçmişte daha çok asker kontrolünde hazırlanırdı. 2010’da belgenin güncellenmesinde hükümetin de ağırlık sahibi olduğu biliniyor. Belge en son 2005’te yazıldı. Kırmızı Kitap, 5 yılda bir yazılıyor ancak ekleriyle her yıl yeniden güncelleniyor.

“İç tehdit olmayacak”

2010’da kaleme alınan belgenin tamamen farklı bir siyasi vizyon sergileyeceğinin ipuçlarını veren Başbakan Erdoğan, 2 Şubat’ta TRT 1’de yaptığı açıklamada, “Siyaset belgesi ile ilgili eksiklikler üzerinde çalıştık. Demokratik sürecin gereğini yapacağız. Bundan sonra asla iç tehdit olmayacak” demişti. Erdoğan aynı hafta Ankara’da bir konferansta “dış tehdit” bölümünde de köklü revizyon yapılacağının işaretlerini “yapay kaygı ve korkuların uzun süre Türkiye dış politikasına hâkim olduğu”, “iç tehdit gibi dış tehdit algılamasının da sanal bir zemin üzerine kurulduğu” sözleriyle ifade etmişti. Bu yeni çerçevede “irtica” yeniden tanımlanarak Erdoğan’ın “vatandaşı iç tehdit olarak gören zihniyet” diye tanımladığı dini yapıların metinden çıkarıldığı iddia ediliyor.

Sunday, July 23, 2006

Kırmızı Kitap'ı yayımlıyoruz

Türkiye'de yıllardır konuşulan ve hiç kimsenin değil görmek içeriğinden bile haberdar olmadığı, MGK tarafından sayıları onbeşi bulmayan çok özel kişilere imza karşılığı verilip gizli kasalarda saklanan Türk Devleti'nin en gizli belgesi "Kırmızı Kitap" çok yakında kirmizikitap.blogspot.com'da. Bizim kimliğimizden şüphe edip de akılları sıra sinava tabi tutanlara cevabımızı işte böyle veriyoruz. Gizli belgeyi; üç beş "hizmete ozel" resmi belge, bir iki de "eski fotograf" sananlara gizli belge nasıl olurmuş göstermek istedik. Kırmızı Kitabı size sadece kirmizikitap.blogspot.com aralayabilirdi.

BEŞİNCİ BÖLÜM: DİĞER HUSUSLAR

BEŞİNCİ BÖLÜM

DİĞER HUSUSLAR

1. YÜRÜRLÜK
İç Güvenlik Strateji Belgesi,... .............ile onaylanmıştır

2. UYGULAMA VE SORUMLULUK

a. İç Güvenlik Strateji Belgesi'nin uygulanmasından İçişleri Bakanlığı sorumludur.

b. Belgede görev verilen bakanlıklar, iç güvenlik kuruluşları ve diğer kurumlar İç Güvenlik Strateji Belgesi'nin uygulanması amacıyla kendi görev alanlarına ilişkin görevleri yerine getirmek zorundadırlar.

c. İçişleri Bakanlığı, Belgenin yürürlüğe girmesini müteakip uygulamaya ilişkin esasları ve diğer bakanlık ve kuruluşlar tarafından yapılacak görevleri takip ve koordine edecektir.

3. DÜZELTME VE DEĞİŞİKLİKLER :

a. İç Güvenlik Strateji Belgesi'nin düzeltme ve değiştirme işlemi, Belgenin hazırlama/güncelleştirme esaslarına göre yapılacaktır.

b. Bu belgenin içeriği hakkında meydana gelebilecek önemli değişiklik önerileri İçişleri Bakanlığına gönderilecektir.

4. DAĞITIM VE KULLANIM ESASLARI :

Belge;
a. Gizlilik derecesine uygun olarak muhafaza edilecek, yetkisiz kişilerin eline geçmesini engelleyici tedbirler alınacaktır.

b. Kullanılmasında bilmesi gereken prensibi uygulanacaktır.

c. Uygulamakla sorumlu kişilerin değişmesi halinde; görevi devralanlara en kısa zamanda yapılan işlemlerle birlikte sunularak işlemin devamlılığı sağlanacaktır.


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM : İÇ GÜVENLİK YÖNETİMİNİN ETKİNLEŞTİRİLMESİ VE TEŞKİLATLANMA

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
İÇ GÜVENLİK YÖNETİMİNİN ETKİNLEŞTİRİLMESİ VE TEŞKİLATLANMA

Mevcut durum
Ülkenin iç güvenliğini ve asayişini, kamu düzenini ve genel ahlakı, Anayasada yazılı hak ve hürriyetleri korumak, sınır kıyı ve karasularını muhafaza ve emniyetini sağlama görevi; bakanlığa bağlı iç güvenlik kuruluşlarını idare etmek suretiyle İçişleri Bakanlığına verilmiştir.

İçişleri Bakanlığı, bu görevleri bağlı kuruluşları olan Jandarma Genel Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Sahil Güvenlik Komutanlığı vasıtasıyla yürütmektedir.
Günümüzde toplumun sosyo-ekonomik ve politik yapısının değişmesi, nüfus hareketleri, suç ve suçluların tür ve mahiyet olarak değişmekte olması, teknolojik gelişmeler ve halkın güvenlik kuvvetlerinden beklentilerinin değişmesi çağımızda yeni mücadele stratejileri ve yöntemlerini gündeme getirmektedir.

Öte yandan ülkemiz, bulunduğu konum itibariyle çevresinde meydana gelen terör, yasadışı göç, insan kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti ve uluslar arası örgütlü suçlardan doğrudan etkilenmektedir. Bu nedenle ülke güvenliğini tehdit eden suçlarla mücadele, bütün gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de iç güvenlik uygulamalarının daha etkin hale getirilmesini ve yeni mücadele stratejileri oluşturulmasını gerektirmektedir.
Bu kapsamda, güvenlik güçlerinin zaman ve mekan itibariyle her zaman ve her yeri kontrol ederek suç işlenmesini önleyebilecek ve işlenen suçlara el koyarak sanık ve delillerini en kısa zamanda adli mercilere teslim edebilecek bir hareket kabiliyetine kavuşturulması ana hedeftir.

Bu çerçevede, orta ve uzun vadede, asıl işlevi güvenlik hizmeti vermek olan iç güvenlik birimlerinin, çağın gerektirdiği modern teknolojik araç ve gereçle donatılmış, ilgili her konuda yeterli eğitimin alınmakta olduğu, katı merkeziyetçi yönetim ve örgütlenme biçiminden uzaklaşmış, esnek teşkilat yapısına sahip, hukukun üstünlüğünü esas alan, insan haklarına saygılı, halkla ilişkileri en üst seviyede tutan ve koordinasyonunun bir elden yürütüldüğü bir iç güvenlik yönetim yapısına kavuşturulması esas alınmalıdır.
Güvenlik birimlerinde yeniden yapılanma; yönetimin amaçları, hedefleri, görevleri başta olmak üzere sistemli bir inceleme ve araştırmaya dayanan, çağın öngördüğü teşkilatlanma kurallarına göre insanı ön plana alan, yenilikçi, öncü, değişimlere ve çağın gereklerine uyabilen bir kurum yapısı çerçevesinde olmalıdır.

Güvenlik birimleri; hukuk devleti ve demokrasi içinde insan haklarını önde tutan, halk merkezli, hizmeti halkın ayağına götüren, şeffaf ve etkin bir güvenlik hizmeti sunmalıdır.
Bütün bu sayılanları gerçekleştirebilmek için İçişleri Bakanlığı'nın, iç güvenlik alanında stratejiler belirleyen, planlar yapan, hedefleri koyan, uygulamada etkinlik ve verimliliği esas alan bir yapıya kavuşturulması gereklidir.

Bu doğrultuda;

-3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Kanununun 2. maddesine göre; iç güvenlik konularını sürekli izlemek ve değerlendirmek üzere İçişleri Bakanının başkanlığında oluşturulan 'İç Güvenlik Değerlendirme Kurulu'nun aktif hale getirilmesi sağlanmalıdır.

-İçişleri Bakanlığı Merkezi yasal Strateji ve fiziki yapılanmasını tamamlayarak İç Güvenlik Değerlendirme Kurulu'nun sekreterya görevini üstlenmelidir.
İç güvenlik hizmeti bölünmez bir bütündür. Dış güvenlik alanında olduğu gibi iç güvenlik hizmetlerinde de etkinliğin sağlanması için tek elden stratejiler belirlenmesi, plan ve programların yapılması ve uygulamaların da eşgüdüm içinde yürütülmesi bir zorunluluktur. Hizmet alanının niteliğine göre yine dış güvenlik hizmetlerinde olduğu gibi, farklı örgütsel yapılar kurulabilir. Ancak bu örgütsel yapılar üzerinde ve arasında yeterli ve etkili düzeyde tek elden yönetim ve koordinasyon sağlanması şarttır.
Ancak İç güvenlik alanında parçalı bir yapı söz konusudur. İç güvenlik ile ilgili görev yapan kuruluşların bazıları (MASAK, Gümrük Muhafaza) iç güvenlik hizmetinden sorumlu olan İçişleri Bakanlığı bünyesi dışında yapılanmıştır. Bu farklı örgütsel yapı ve bağlılık ilişkileri iç güvenlikte birtakım sorunlarıda beraberinde getirmektedir.
Avrupa Birliğine uyum sürecinde iç güvenlik mevzuatının ve yapılanmasının, Ulusal Programda öngörülen hedefler doğrultusunda düzenlenmesi amacıyla; İçişleri Bakanlığı Merkez teşkilatı. Jandarma Genel Komutanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Sahil Güvenlik Komutanlığı ve Avrupa Birliği Genel Sekreterliği arasında oluşturulacak işbirliği ile mevcut yasalar ve teşkilat yapıları AB mevzuatı ile uyumlu hale getirilmelidir.
Bu sebeple bütüncül ve etkili bir iç güvenlik yönetimi sağlamak üzere, kısa, orta ve uzun vadeli bir takvim çerçevesinde yeniden yapılandırılmalıdır. Bu hedef doğrultusunda;

-Emniyet ve asayiş hizmetlerinin yönetimi ve koordinasyonundan ülke genelinde İçişleri Bakanlığı, mahalli bazda ise mülki idare amirleri sorumlu olup, aksi yönde düzenlemeler kaldırılmalıdır.

-Gümrük Muhafaza Genel Müdürlüğü ve Mali Suçları Araştırma Kurulu Başkanlığı (MASAK) İçişleri Bakanlığına bağlanmalıdır.

-Mernis projesi (Merkezi Nüfus Sistemi), ülke genelinde ivedilikle hayata geçirilmeli, kimlik bildirme kanununu uygulanması sağlanmalıdır.

-Emniyet teşkilatı bulunmayan ilçe merkezleri ve belediyelerde, kademeli olarak ilçe merkezlerinden başlamak üzere Emniyet Teşkilatı kurulmalıdır.
Bu yeniden yapılanma sürecinde, mevcut yapı içerisinde güvenlik yönetiminde etkinlik ve koordinasyonu zaafa uğratacağı, ihtisaslaşma esasına göre organize olan güvenlik güçlerinin verimlilik ve motivasyonunu olumsuz yönde etkileyeceği, personelin özlük hakları itibariyle yeni sıkıntılar doğuracağı değerlendirilen "adli polis" gibi yeni güvenlik yapılanmalarından kaçınılmalıdır.

İç güvenlik birimlerinin asıl işlevi, önleyici güvenlik hizmetinin verilmesi, suç ve suçlulukla mücadeledir Bu doğrultuda;

-İç güvenlik birimlerine görevler yükleyen ve asli işlevlerini yerine getirmekten alıkoyan mevzuat gözden geçirilerek bu konuda gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Bu kapsamda güvenlik personelinin esas olarak güvenlik hizmetlerinde istihdam edilmesi sağlanmalı, güvenlikle doğrudan bağlantısı bulunmayan sosyal ve teknik bazı hizmetler sivil personel eliyle yürütülmeli veya özelleştirilmelidir.

İç güvenlik hizmetlerinin; 'objektiflik' ,'halka dönük olma', 'hizmeti halkın ayağına götürme' ,'önleyicilik kapasitesi gelişmiş olma' ilkeleri doğrultusunda yeni bir anlayışı geliştirmesi ve bu anlayışa paralel görev yapılanması gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bu hedef doğrultusunda;

-Emniyet ve asayiş hizmetlerinin daha etkin ve çabuk sunulmasına yönelik olarak taşra yöneticilerine daha fazla yetki ve sorumluluk verilmesi esas alınmalıdır.

-Emniyet ve asayiş hizmetlerinin sunumunda halkın katılımının artırılmasına yönelik çalışmaların sürekliliğini sağlamak, vatandaşın istek ve şikayetlerinin süratle değerlendirilerek gözlemlenen aksaklıIkların giderileceği bir sistem oluşturulmalıdır.

-Güvenlik güçlerinin daha etkin ve verimli hale gelebilmesi için, atama, yer değiştirme, terfi ve zorunlu emeklilik sistemi objektif ölçüler içerisinde süreye ve liyakat sistemine dayandın imalı, eşit işe eşit ücret ilkesi gereğince güvenlik kuruluşları personeli arasındaki ücret dengesizliği giderilmelidir.

-Güvenlik hizmetlerinde etkinliği sağlamak amacıyla uzmanlaşma ve branşlaşmaya ağırlık verilerek bu çerçevede süreklilik sağlanmalıdır.

-İçişleri Bakanlığı ve bağlı birimlerince yayınlanan talimat ve genelgeler ile diğer kuruluşlarla yapılan protokoller her yıl sonunda değerlendirilerek, uygulamada kalıp kalmayacağı hususu İçişleri Bakanlığınca karara bağlanmalıdır.

-Önleyici kolluk anlayışı bütün kolluk güçlerine yerleştirilmeli, eğitim, görev anlayışı, yöntemler, mimari ve araç gereç bu çerçevede yeniden ele alınmalıdır. Bu doğrultuda güvenlik güçlerinde halen mekana bağlı çalışma düzeni olan karakol sistemi gerekli yerlerde mobil hale getirilmeli, yaya ve motorize devriye hizmetlerinin yaygınlaştırılması sağlanmalıdır.

-Güvenlik hizmetlerinin halkın ayağına götürülmesi yaklaşımı benimsenerek bu amaca yönelik gerekli yapı oluşturulmalıdır.

-Özel güvenlik uygulamalarının yaygınlaştırılması ve etkinleştirilmesi sağlanmalıdır.

-Yerleşim alanlarının planlanmasında, özel olarak korunmaları ekonomik, sosyal, siyasi ve askeri açıdan önem taşıyan kamu ve özel sektör tesislerinin/binalarının koruma projeleri, güvenlik hizmeti gören kuruluşlarla işbirliği içerisinde yapılmalıdır.

-Güvenlik görevlilerinden önemli bir bölümünün istihdam edildiği özel koruma uygulaması yeniden gözden geçirilerek sınırlandırılmalıdır.

-Terör ve organize suç örgütleri ile mücadele eden birimlerin etkinlik ve verimliliğinin artırılması için teknolojik gelişmeler takip edilerek, bu birimler gerekli araç, gereç ve ekipmanlar ile donatılmalı, uluslar arası boyutları olan suçlar ve suç örgütleriyle mücadele için nitelikli eleman yetiştirilmesi için mevcut yapı etkinleştirilmelidir.

-Güvenlik hizmetleri kapsamında yürütülen İstihbarat hizmetlerinin görev, yetki, sorumluluk ve diğer alanlara ilişkin düzenlemeleri, Avrupa Birliği Müktesebatı ile uyumlu hale getirilmelidir.

-Personelin bilgisini sürekli güncelleştirmesi ve kendisini yenilemesi amacıyla; hizmet içi eğitim, hizmet sırasında eğitim ve yurt içi ve yurt dışı özel eğitim programları, psikolojik ve sosyal içerikli olarak bütün personeli kapsayacak şekilde üniversitelerin ilgili bölümleri ile de kurulacak işbirliği çerçevesinde devamlılığı sağlanmalıdır. Gerektiğinde bu hizmet içi eğitimler Bakanlık koordinesinde etkinleştirilmelidir.

İKİNCİ BÖLÜM: İÇ TEHDİT UNSURLARI VE İÇ GÜVENLÎĞİ ETKİLEYEN DİĞER FAKTÖRLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

İKİNCİ BÖLÜM
İÇ TEHDİT UNSURLARI VE İÇ GÜVENLÎĞİ ETKİLEYEN DİĞER FAKTÖRLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ

1. GENEL DEĞERLENDİRME;

Günümüzde, çok boyutlu global bir toplum haline gelen dünyanın, artık kalın çizgilerle belirli bloklara ayrılmış ve tanımlanmış düşman ve tehditlerden ziyade, ekonomik faaliyetlerin, teknolojinin, bilginin ve insan hareketliliğinin küreselleşmesi sonucu olarak çok boyutlu ve karmaşık bir yapı haline gelen tehditlerle karşı karşıya kaldığı görülmektedir.

Bu değişen ve farklılaşan tehdit algılaması içerisinde, örtülü ve asimetrik bir savaş yöntemi olarak kullanılan terörizm, gelişen teknolojiyle birlikte yıkıcı etkisini gittikçe artıran öncelikli bir tehdit unsuru olarak global bir tehdit haline gelmiştir.
Öte yandan, enerji ve su kaynakları üzerindeki küresel mücadelenin çok daha açık ve yoğun olarak yaşanması, kimi devletlerin bölünmesi/birleşmesi veya rejimlerinin değişmesi yada tamamen ortadan kalkması, içinde bulunduğumuz bölgenin dengelerini daha da hassas bir hale getirmiştir.

Dolayısıyla birbirinden farklı siyasal rejimlerin, dinlerin, ekonomik sistemlerin ve askeri güçlerin karşı karşıya geldiği, çıkar çatışmalarının yoğun olarak yaşandığı bir bölgede yer alan ülkemiz, son otuz yıldan bu yana terörizm aracılığı ile istikrarsızlaştırılma politikasıyla karşı karşıyadır. Bu strateji kapsamında Türk toplumunun yaşadığı sosyal ve ekonomik problemler ile etnik ve dini hassasiyetler de istismar edilmiş ve halen istismara devam edilmektedir.

Bu menfi politikaların, özellikle Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yoğunlaşmasının en önemli sebeplerinden birisi, bölgenin su, petrol ve enerji kaynakları açısından kilit konumda olan Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerine yakın olmasından kaynaklanmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti geçmişte de jeopolitik ve jeo-stratejik konumundan dolayı, genel güvenliği tehdit edici, toplumsal barışı ve huzuru bozucu, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğüne, anayasal düzene kasteden iç ve dış destekli birtakım tehdit unsurlarıyla karşı karşıya kalmıştır.

Bu bağlamda ayrılıkçı/bölücü, irticai ve yıkıcı hareketler, 1960'lı yıllarda propaganda faaliyetleri ile başlamış, işçi ve öğrenci eylemleriyle devam etmiş; 1970'li yıllarda anarşi ve teröre dönüşmüş ve ülke kaos ortamına sürüklenmiştir. 1980'li yıllardan itibaren ise bölücü terör nedeniyle 30 bin yurttaşımız hayatını kaybetmiş, onbinlerce insanımız yaralanmıştır. 1990'lı yıllardan itibaren de dini motifli terör örgütleri ortaya çıkmış ve şiddet hareketlerine yönelmişlerdir.

Terör hareketleri sonucu, bu ağır can kayıplarının yanı sıra ülkemizde ekonomik, sosyo-kültürel ve diğer alanlarda da onarılması güç yaralar açılmıştır.

Bu çerçevede, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde bölücü terör örgütünün desteklenmesi suretiyle bölgenin istikrarsızlaştırılmasına çalışılmış, bu örgüt aracılığıyla terör bir kimlik oluşturma aracı olarak kullanılmış ve bölgenin ülke genelinde yaşanan modernleşme sürecine entegrasyonu engellenmiştir.

Böylece bir yandan istismara açık alanlar ve sorunlar süreklilik kazanmış, diğer yandan da terörist faaliyetlere karşı yapılan mücadele doğrultusunda önemli ölçüde mali kaynak aktarılmasına sebebiyet verilmiştir. Öte yandan teröre karşı hukuki alanda alınan tedbirlerin sosyal ve demokratik hakların yeterince gelişmesi engellenerek ülke genelinde de ekonomik, sosyal ve siyasal hayatın istikrarsızlaşması ve istikrarsızlığın derinleşmesi amaçlanmıştır.

Bütün bunlara rağmen, ayrılıkçı/bölücü, irticai ve yıkıcı unsurlar kapsamında karşımıza çıkan terör faaliyetlerine karşı bugüne kadar sürdürülen mücadele sonucunda söz konusu iç tehdit unsurlarının gücü büyük ölçüde kırılarak toplumda barış ve huzurun geniş ölçüde tesisi sağlanmış, devlet gücünün üstünlüğü kanıtlanmış, toplumun ve kişilerin devlete olan inanç ve güvenleri artırılmıştır.

Ancak bu tehditlere karşı ortak bir anlayış ve bilinç oluşturulamaması, mücadelenin devletin tüm kurumlarının ortak çabasından ziyade büyük ölçüde güvenlik kuvvetlerince yürütülmesi, başarının gecikmesine ve ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda ülkeye maliyetinin ağır olmasına neden olmuştur.
Bu çerçevede, ülkemiz ile etki ve ilgi alanımızdaki bölgeye yönelik istikrasızlaştırma politikalarının, mevcut ve muhtemel tehditlerin, önümüzdeki dönemde de sürdürüleceği değerlendirilmektedir. Bu öngörüden hareketle yeni bir iç güvenlik stratejisin oluşturulması ve devlet düzeyinde uyumlu ve etkili bir şekilde uygulanması ülkemiz için hayati hale gelmiştir.

Ülkemizdeki iç tehdit unsurları ve bunları etkileyen faktörlerin uyguladıkları değişik stratejiler çerçevesinde yürüttükleri faaliyetler değerlendirildiğinde;
Silahlı mücadele ile yönetimi ele geçirerek, Marksist-Leninist ideolojiyi tesis etmek amacındaki yıkıcı faaliyetlerin günümüzde ideolojik temelleri, insan gücü kaynakları, finansman olanakları ve eylem potansiyelleri zayıflamıştır. Yıkıcı örgütlerin bir kısmı legal alanlara yönelerek yasallık kazanma sürecini benimserken diğer bir kısmı da silahlı mücadeleye devam etme yolunu seçmiştir.

Bu artış eğilimi halkın kendini emniyette hissetmemesine ve devlete duyduğu güvenin zedelenmesine yol açmaktadır.

Bütün bu sayılan aksaklıklar iç güvenlik yönetimini de kapsayacak şekilde kamu yönetiminin zihniyet ve kurumsal yapılarında kapsamlı değişimin gerekliliğini açıkça ortaya koymaktadır. Kamu yönetiminde etkinlik sağlanması ve buna bağlı olarak iç güvenlik yönetiminde etkili, verimli, koordineli ve halka yakın bir yapının kurulması belirlenen iç güvenlik stratejisinin uygulanması açısından büyük önem arz etmektedir.
Sosyal ve ekonomik problemler sonucunda yaşanan iç göç kırsal alanlarda ve metropol alanlarda büyük problemler yaratmıştır. Bu problemler, terör örgütlerinin legal ve illegal unsurları tarafından istismar edilmektedir. Bunun önlenmesi için, kırsal ve metropol alanların yaşadığı sorunlara etkili çözümler üretilmesi, bu bölgelerin illegal örgütlerin insan gücü ve lojistik destek sağladığı yerler olmaktan çıkarılması gerekmektedir.
Bütün kurum ve kuruluşların anayasa ve yasalar çerçevesinde, uyum içerisinde, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve toplumsal barışa zarar vermeden, milli kaynakları etkili, akılcı ve kararlı biçimde kullanarak, partiler üstü bir anlayışla hareket etmesi önem arz etmektedir. Bu konuda, sivil toplum örgütleriyle medyanın da duyarlı ve sorumluluk bilinciyle hareket etmesi yönünde gerekli tedbirler alınmalıdır.

2. İÇ TEHDİT UNSURLARI

a. Bölücü Faaliyetler
Ülkemizin maruz kaldığı Bölücü-Kürtçü faaliyetler (200) yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu süreç; aşiret isyanları, Meşrutiyet Dönemi dernekleşme, Cumhuriyet Dönemi isyanları, 1970 Sonrası terörist faaliyetler olarak tasnif etmek mümkündür.
Kendi dinamiklerinin yanında, ağırlıklı olarak bölgemizde çıkarı olan çeşitli dış güçlerin destek ve tahriklerinin önemli rol oynadığı Kürtçülük, desteğini aldığı dış güçlerin bölgesel politikalarında bir taktik malzeme olarak kullanılmış ve kullanılmaya devam edilmektedir.

İdeolojileri farklı olmakla birlikte, bölücü örgütlerin amacı; öncelikle ülkemiz toprakları içerisinde, bilahare Irak, İran ve Suriye'deki Kürt nüfusun yoğun olarak bulunduğu bölgelerde sözde Bağımsız Birleşik Kürdistan'ı kurmaktır.

Günümüz itibariyle, ülkemiz bütünlüğü aleyhine aktif olarak faaliyet göstermeye çalışan terör örgütü PKK haricindeki, diğer bölücü-bölgeci örgütler bugün için ülkemizi bölme anlamında bir tehdit gücü olmamakla birlikte, zaman zaman kendi aralarında oluşturdukları ittifaklar nedeniyle faaliyetlerinin yakinen izlenmesinde yarar vardır. Bu nedenle bölücü terörle mücadele çalışmaları bölücü faaliyetlerin odağı haline gelen, iç ve dış kamuoyunda bölücülüğün tek temsilcisi gibi algılanan PKK terör örgütüne yönelmiş durumdadır.

27 Kasım 1978 tarihinde Diyarbakır ili Lice ilçesi Ziyaret (Fiş) köyünde kuruluşunu ilan eden terör örgütü PKK, 15 Ağustos 1984 Eruh-Şemdinli ilçelerine yönelik saldırılarla kanlı eylemlerini başlatmıştır. Özellikle kırsal kesimde gerçekleştirdiği kanlı eylemlerini giderek tırmandıran örgüt, 1990 yılından itibaren kanunsuz gösteri, kontak ve kepenk kapatma gibi kitlesel eylemlerini de arttırmıştır. Bu tarihten itibaren kırsaldaki silahlı eylemler ile şiddete dayalı sokak gösterilerini iç içe yürüten bölücü terör örgütü, silahlı eylemlerini elebaşının yakalandığı Şubat 1999 yılına kadar sürdürmüştür. Terör ist başını n yakalanmasına tepki maksadıyla bir müddet daha eylemlerini tırmandıran örgüt, Eylül 1999 tarihinden itibaren silahlı eylemlerinin yoğunluğunu büyük ölçüde azaltmış olmakla beraber silahlı gücünü bir tehdit unsuru olarak halen muhafaza etmektedir.

Mevcut Durum;
Örgütbaşının yakalanmasından sonra, PKK terör örgütü Olağanüstü 7. Kongresini Ocak 2000 tarihinde gerçekleştirerek, Örgütbaşının öngördüğü sözde 'Demokratik Cumhuriyet ve Barış Projesi1 adıyla dönemsel yeni bir taktik anlayış başlattığını duyurmuştur.
Örgütbaşının yargılama aşamasında yaptığı savunmalardan oluşan bu anlayış çerçevesinde;

-Sözde Kürt sorununun silahlı mücadele yerine siyasal mücadele ile çözülebileceği,
-Sorunun, ayrılıkçılık yerine, Türkiye'nin üniter bütünlüğü içinde çözülebileceği,
-Sözde Kürt kimliğinin yasal olarak tanınmasının, sözde Kürt kültürünün gelişmesine yönelik faaliyetlerle bu kimliği temsil edecek siyasal organizasyonlara izin verilmesinin sorunun çözümü için yeterli olacağı belirtilmektedir.

Yukarıda sıralanan ve kamuoyunun bazı kesimlerince demokrasi ve insan hakları gibi görülen talepler, samimiyetten uzak, örgütün nihai hedefi olan sözde Birleşik Bağımsız Kürdistan'ın kuruluşu için dönemsel taktik bir kazanım elde etme amacından başka bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir.

Zira örgüt bu duruma kendi insiyatif i ile gelmemiş, kendisi dışında gelişen ve önleyemediği; örgütbaşının yakalanması, uluslararası konjonktürdeki değişim, silahlı eylem stratejisinin tıkanması, örgütlenme ve lojistik sorununun büyümesi, bölge halkının istenen desteği vermemesi gibi etkenler, bölücü terör örgütünü bu değişime zorlamıştır.
Silahlı unsurlar, isim değiştirmesine rağmen eski misyonuyla varlığını sürdürmekte ve örgütün gövdesini oluşturmaya devam etmektedir. İran ve K.Irak alanlarında barınan örgüt mensuplarına siyasi eğitimin yanı sıra silahlı eğitim de verilmekte, yurtiçinde üslenme faaliyetleri sınırlı da olsa sürdürülmekte, örgüte katılımlar geçmiş dönemlere nazaran düşük olmasına rağmen halen devam etmektedir.

Terör örgütü PKK, Avrupa'da başta Kürdistan Ulusal Kongresi (KUK) olmak üzere çeşitli komite, dernek gibi örgütlenmeler ile önemli bir sempatizan kitlesini, festivaller, yürüyüşler ve benzeri adlar altına yönlendirerek daha çok diplomatik ilişkiler geliştirmekte, bu çerçevede örgüte ve yeni söylemine uluslararası destek sağlamaya çalışmaktadır.

Öte yandan, illegal düzeyde legal faaliyetlere yön vermek amacıyla yurt dışında eğitilerek gönderilen kişilerin sözde "Demokratik Barış Grubu" adıyla yurt içinde faaliyetlerde bulundukları bilinmektedir. Bu grupların yönlendirmeleri doğrultusunda, "siyasal serhildan" adını verdikleri legal ve illegal unsurların kullanıldığı kitlesel eylemlere yönelik bir hareket tarzı benimsenmiştir.

Örgüt yaptığı açıklamalarda, örgütün öngördüğü sözde "barış adımlarının devlet tarafından atılmaması halinde eski dönemden daha ağır bir çatışma ortamının yaşanacağı şeklinde tehditlerine devam etmektedir.
Gelecekteki Boyutu;
Yurt içinde örgüt başının can güvenliğini sağlama, kürt kimliğinin kabulü ve bu kimliğin ifade araçlarına özgürlük tanınması için yasal değişiklikler yapılmasını hedefleyen bölücü terör örgütü ve yandaşlarının bu amaçla, bölge halkı başta olmak üzere bir kısım aydınların ve siyasetçilerin kullanılması, yurt dışında ise Avrupa ülkelerince Türkiye'ye baskı uygulanmasını sağlamaya yönelik çalışmalarını sürdürmekte ve bu faaliyetlerini artıracağı değerlendirilmektedir.

Bu doğrultuda;
-Yurt içinde ve yurt dışındaki silahlı terörist varlığını, kendi amaçları doğrultusunda bir ortamın sağlandığı ana kadar bir tehdit unsuru olarak devam ettireceği, beklediği sonuçlara ulaşamaz ise yeniden silahlı eylemlere başlayabileceği,
-Kürt kimliğinin tanınması ve sözde anayasal vatandaşlığın kazanılması yönünde yurt içinde ve yurt dışındaki faaliyetlerini artırarak sürdürebileceği,
-Bu amaç doğrultusunda legal alandaki parti, dernek ve basm-yayın kuruluşları öncülüğünde yürütülecek şiddete dayalı münferit ve kitlesel sokak çatışmaları, kontak-kepenk kapatma gibi eylemlerin şiddetini artırarak devam ettirilebileceği,
-Türk siyasal yaşamında etkinliğini artırmak için mevcut siyasal bir partinin desteklenebileceği veya bu amaçla yeni siyasal oluşumların kurulabileceği,
-Türk ve dünya kamuoyunu etkilemek ve hedef kitlelere ulaşmak amacıyla yazılı ve görsel basın yayın araçlarının daha etkin kullanımına çalışılabileceği ve yeni kuruluşlar oluşturabileceği değerlendirilmektedir.

b. Yıkıcı Faaliyetler
Yıkıcı unsurların nihai amaçları mevcut Anayasal düzeni yıkarak yerine Marksist-Leninist ideolojiye dayalı komünist bir rejim kurmaktır.

Bu amaç; örgütsel yapı ve taktik farklılıklara bağlı olarak; Anayasa ve kanunların sağlamış olduğu tüm demokratik hakları istismar yoluyla yönetimi ele geçirmek ve Marksist-Leninist ideolojiyi tesis etmek veya silahlı mücadele ile güç kullanarak mevcut düzeni ele geçirmek ve yönetime hakim olmak şeklinde kendisini göstermektedir.
Ancak her iki hareket tarzının da zaman zaman birbirini desteklediği veya aynı yapı içerisinde birlikte yer aldığı görülmektedir.

Dünyadaki son dönem ekonomik ve sosyal gelişmeler ile ideolojik değişimler devletlerin yönetimlerini de etkilemiştir. En büyük etkilenme Marksist-Leninist ideolojilerle yönetilen Doğu Bloku ülkelerinde olmuş, bu yönetimler ciddi sarsıntılar geçirmiştir.
Dünyadaki bu gelişmelere paralel olarak yıkıcı faaliyetler de yeni bir boyut kazanmış, bir kısmı legal alanlara yönelerek yasallık kazanma sürecini benimsemiş, bir kısmı ise varolma sebebi olan silahlı mücadeleye ağırlık vererek doğan ideolojik boşluğu doldurmaya çalışmıştır.

Mevcut Durum;
1970'li yıllardan bu yana başta güvenlik güçleri olmak üzere devleti ve devlet yanlısı olarak niteledikleri şahıs ve kuruluşları hedef seçen yıkıcı örgütler özellikle 1990-1992 yılları arasında eylemlerini yoğunlaştırmışladır. Güvenlik güçleri tarafından gerçekleştirilen operasyonlarla terör örgütlerinin faaliyetleri önemli ölçüde engellenmiştir.

Ancak, buna rağmen sol terör örgütleri gerçekleştirdikleri terör eylemleri ile tehdit olma vasıflarını sürdürmektedir. Halen faaliyet gösteren otuza yakın terör örgütünden Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (DHKP/C), Türkiye Komünist Partisi/ Marksist Leninist - Doğu Anadolu Bölge Komitesi(TKP//ML-DABK), Türkiye Komünist Partisi/ Marksist Leninist- Konferans (TKP/ML -KONFERANS), Marksist Leninist Komünist Partisi (MLKP), Türkiye Devrim Partisi (TDP), Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB), Türkiye Köylü İşçi Partisi (TKİP) ve Türkiye Komünist Emek Partisi/Leninist (TKEP/L) örgütleri bu anlamda öncelikli olarak değerlendirilmektedir.

Yıkıcı örgütlerin nihai amaçlarına ulaşmak için kullandığı en önemli yöntem mevcut yönetime karşı güçlü ve etkin bir toplumsal muhalefet oluşturulmasıdır. Bu sebeple birçok konuyu provake ve istismar ederek tabanını güçlendirme gayreti içerisindedirler.
Yıkıcı unsurların istismar ettiği konuların başında; ekonomik sıkıntılar, sosyal yaşantıdaki dengesizlikler, çalışan kesimin sorunları, eğitim ve sağlık gibi hizmetlerdeki aksaklıklar, yüksek öğrenim gençliğinin sorunları, kültür ve inanç farklılıkları, yolsuzluklar, yönetime ve yöneticiye duyulan güvenin zayıflaması, gelir dengesizliği, demokratik hakların kullanımı ve cezaevleri gibi hususlar gelmektedir.

Terör örgütleri, örgüt mensuplarının yakınlarını, öğrenci ve gençlik, işçi ve memur, gelir düzeyi az ve yaşam düzeyi düşük kesimleri hedef kitle olarak seçmektedirler.

Söz konusu örgütler;
-Legal alanda dernek, sendika, birlik, platform gibi kuruluşlar oluşturarak veya mevcut sivil toplum örgütleri içerisinde protesto yürüyüşü, basın açıklaması, bildiri dağıtma türünden eylemlerde ve basın yayın faaliyetlerinde bulunmakta,
-İllegal alanda, basın-yayın çalışmaları, örgüt mensuplarının eğitilmesi, kurye, iletişim ve silahlı eylemlerle faaliyetlerini sürdürmektedirler.

Bu örgütler;
-Nüfusunun fazlalığı ve kozmopolit bir yapıya sahip olması nedeniyle başta İstanbul olmak üzere birçok metropol ve şehir merkezlerinde,
-Tokat merkez olmak üzere Tunceli ve Karadeniz bölgesindeki birçok il kırsalında,
-Bazı ülkelerde kamplar ve eğitim yerleri de olmak üzere bir çok ülkede legal ve illegal faaliyetlerine devam etmektedirler.
Bahse konu terör örgütleri;
-Merkeziyetçi yönetim anlayışına sahip olup, üst düzey yönetici kadroları genelde yurtdışındadır,
-Zaman zaman birliktelik fikriyle hareket etmişler ancak menfaat çatışması sebebiyle bu birliktelikler uzun süreli olmamıştır,
-Gelişme sürecinde liderlik ve çıkar çatışması sebebiyle bölünmeler yaşanmaktadır,
-Bazıları güçleri oranında kırsal alanda da yapılanmaya gitmekte ve eylemler gerçekleştirmektedirler,
-Cezaevlerini her fırsatta eğitim ve yönetim yeri olarak kullanmışlardır. Sol terör örgütleri maddi kaynak temin etmek amacıyla;
Yurtiçinde;
-"Kamulaştırma" adı altında yapılan gasp ve soygun eylemleri,, -"Vergilendirme" adı altında işadamı ve esnaftan zorla para talep edilmesi, -Üye ve sempatizanlardan "aidat" adı altında para toplanması, -Karşılıksız çek kuponları kullanılması ve senet tahsili, -Legal ve illegal yayın organlarının satışlarından elde edilen gelirler,
Yurtdışında;
-Bağış kampanyaları,
-Legal ve illegal dergi satışı,
-Türk nüfusunun yoğun yaşadığı yerlerde esnaftan zorla para toplama,
-Üye ve sempatizanlardan aidat toplama,
-Örgütler tarafından düzenlenen etkinliklerden gelir sağlama,
-Yurtdışına yasadışı çıkış yaptırmaktan, yurtdışında iltica prosedürüne dahil etmekten, ikamet izni almaktan ve sahte seyahat belgesi düzenlemekten gelir elde etme,
-Uyuşturucu madde, doku ve organ kaçakçılığı gibi
yöntemlere başvurmaktadır.
Dünyada Marksist-Leninist ideolojilerin önemli ölçüde zafiyete uğramasına rağmen ülkemizde faaliyetlerini devam ettirmesinin önemli etkenleri bulunmaktadır. Bunlar;
-İstismar konularının mevcudiyetinin devam etmesi,
-İdeolojilerin örgütlerin tabanında hala kabul görmesi,
-Lider kadrolarının bu işi hayat felsefesi ve yaşam biçimi olarak benimsemesi,
-Bazı kesimlerin terör faaliyetlerini güç elde etme ve gayri meşru gelir kapısı olarak görmesi,
-Bazı devletlerce desteklenmesine devam edilmesi olarak sıralanabilir.
Gelecekteki Boyutu;
-1970'li yıllardan beri özellikle Karadeniz kırsalında yaptığı propagandalar neticesi bir kısım vatandaşlarımızın örtülü ve gizli desteğini alan terör örgütlerinin, önümüzdeki dönemde de bu hareket tarzını devam ettirebilecekleri,
-Metropollerde işçi, memur ve öğrenci kesimi içerisinde faaliyetlerini legal ve illegal kuruluşları vasıtasıyla devam ettirebilecekleri,
-Kırsal alanda, metropollerde ve diğer yerleşim yerlerinde silahlı eylemlerine devam edebilecekleri,
-Cezaevi şartlarını gündemde tutmaya devam ettirecekleri,
-Sivil Toplum Kuruluşlarının yasal faaliyetlerini istismar ederek güvenlik güçlerini pasifize etmek ve devlet otoritesini zafiyete düşürmek için ülke genelinde protesto ve basın açıklaması eylemlerine devam edecekleri,
-Siyasi Partilerin gençlik kolları, dernek ve vakıflar içerisinde daha yoğun faaliyet göstererek, sempatizan kitlelerini arttırmaya çalışacakları,
-Yurtiçindeki faaliyetlerine destek sağlamak amacıyla yurtdışındaki faaliyetlerine ve yapılanmasına da devam edecekleri değerlendirilmektedir.
c. İrticai Faaliyetler Ve Din İstismarıyla Mücadele
Toplumları yönlendiren önemli etkenlerden biri olan din olgusunun farklı şekillerde yorumlanması, değişik dini anlayış ve yaşantıları da beraberinde getirmektedir.
1970'li yıllarla birlikte ülkemizi teorik planda etkilemeye başlayan yurtdışı (Ortadoğu) merkezli radikal dini anlayışların, bir kısım öğrenci grupları ile bazı kesimleri "Siyasal İslam" düşüncesine yönelttiği bilinmektedir.
Yurtdışı kaynaklı eserlerin Türkçe'ye tercümesi sonucu benimsenen radikal fikirler ve bu fikirlerin pratiğe dönüşü olarak kabul edilen İran'daki dini devrim ile birlikte, 1980'li yılların başlarında irticai nitelikli faaliyetler yeni bir boyut kazanmıştır. Bu bağlamda; yayınevleri, dergiler, kitapevleri ve şahıslar etrafında örgütlenmeye giden radikal dini grupların gündeme girdiği gözlenmiştir.
Radikal çizgide sürdürülen faaliyetler sonucu; "Bireysel dini duyarlılıkları ağır basan" insan tipi yerine, "Siyasal manadaki dini anlayışları ön plana çıkaran, örgütlenme gerekliliğini ve hedefini kendi radikal dini referanslarıyla belirleyen" insan tipi ortaya çıkmaya başlamıştır.
1990'11 yılların başına kadar propaganda faaliyetlerini sürdüren ülkemizdeki radikal dini kesimlerden bir kısmının 1990 yılından itibaren şiddete yöneldikleri ve dini motifli terör örgütlerinin oluşumunu sağladıkları gözlenmiştir.
Diğer taraftan yerel-tarihi dini referanslara sahip ülkemizdeki tarikat ve dini akımlar ise, 1998 yılı basından itibaren 8 yıllık kesintisiz eğitim -İmam Hatip Liseleri- Kur'an kursları ve türban konusunda yaşanan gelişmelere ilişkin tepkisel nitelikte propaganda faaliyetleriyle gündeme gelmişlerdir.

Mevcut Durum;
Günümüze kadar dini istismar faaliyetlerine karşı yürütülen çalışmalarla kamuoyunda irtica ile mücadele konusunda gerekli hassasiyet oluşmuş, laik-demokratik-hukuk devletinden ödün verilmeyeceği düşüncesi, aldatılmış mütedeyyin vatandaşların yanı sıra radikal örgütler-gruplar arasında dahi yerleşmiştir.
İrticai tehdidin terör boyutu itibariyle gelinen noktada; geçmiş yıllara göre silahlı eylemlerin büyük ölçüde azaldığı gözlenmektedir.
Gelecekte de ülkemiz açısından tehdit potansiyeline sahip olduğu değerlendirilen Hizbullah terör örgütüne yapılan operasyonlarla söz konusu örgütün kurucu lider kadroları büyük ölçüde etkisiz hale getirilmiş, alternatif lider adaylarından bazıları ise sağ olarak yakalanmış olup, ülke genelinde gerçekleştirilen operasyonlarla örgüte büyük bir darbe vurulmuştur.
Öte yandan Selam (Tevhid), İBDA/C, Hilafet Devleti(İCCB-AFİD), Değişim-Şafak, İslami Hareket Örgütü ve Vasat terör örgütlerinin lider ve eylem kadroları yakalanarak çökme noktasına getirilmiştir.
İrticai nitelikli toplumsal eylemler açısından gelinen noktada, geçmiş yıllara göre gerek eylem gerekse katılım bazında büyük bir düşüşün yaşandığı, hatta bu tür eylemlerin gündemden düştüğü müşahede edilmektedir.
Siyasi açıdan dini istismar eden kesimlerin, geçmişe göre söylemlerini ve siyasi faaliyetlerini demokratik hakların savunulması/kazanılması noktasında ele almaya başladıkları, açıktan irticai nitelikli propaganda ve faaliyetlere yönelemedikleri gözlenmektedir.
Tarikat ve dini akımların yurtiçinden ziyade ülke dışındaki açılım ve faaliyetlerinin hız kazandığı, yurtiçindeki faaliyetlerde ise daha çok sempatizan kitle oluşturma ve mevcudu muhafaza gayretlerinin gözlendiği izlenen gelişmeler arasındadır.
Diğer taraftan, bütün vatandaşlarımızın din ve dince kutsal sayılan değerleri, başta Anayasamız olmak üzere kanunlarımız tarafından teminat altına alınmış,
Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu, herkesin, din, vicdan ve kanaat hürriyetine sahip bulunduğu, kimsenin, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı, dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağı ve suçlanamayacağı,
Ancak, kimsenin de, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırmak, siyasi veya kişisel çıkar sağlamak için din duygularını istismar edemeyeceği ve kötüye kullanamayacağı açıkça belirtilmiştir.
Öte yandan Türk Ceza Kanunu'nun bir kısım maddeleri ise dinin ve dini değerlerin korunmasını hedeflerken, bazıları da istismarı önlemeye yönelik olarak düzenlenmiş ve halkı, sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik edenler ceza kapsamına alınmış,
Terörle Mücadele Kanununda "Baskı , cebir, şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle Anayasa'da belirtilen Türkiye Cumhuriyetinin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek" terör suçları kapsamı içerisinde zikredilmiş,
Böylece, bir taraftan vatandaşlarımıza inanma ve bunu rahatça yaşama hürriyeti sağlanırken diğer taraftan da bunun istismar edilmesinin önüne geçilmesi hedeflenmiştir.
Yapılan kamuoyu araştırmalarından, dünyadaki gelişmelere paralel olarak ülkemizde de dindarlık eğilimi artmakla birlikte, dinin radikal yorumlarına duyulan sempatide bir gerilemenin yaşandığı, halkımızın büyük çoğunluğunun dini bireysel olarak yaşamak istediği ve bunu kamusal alana taşıma eğiliminde olmadığı anlaşılmıştır.
Geleneksel İslami anlayışın Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş gibi önde gelen isimleri İslamiyeti insan merkezli barış, kardeşlik, hoşgörü, sevgi, birlik ve beraberlik çerçevesinde algılamış ve yaşamışlardır. Buna karşılık, dini referanslarını yurtdışından (İran, Mısır gibi) alan radikal dini anlayışlarda işlenen temalar ise; kin, nefret, korku, kan, ölüm ve başkaldırı gibi kavramlar çerçevesinde şekillenmektedir.
Bu çerçevede, günümüzde birbirlerinden farklı dini anlayış ve faaliyetler içerisinde oldukları gözlenen ülkemizdeki dini kesimler kendi içerisinde; referans kaynakları, stratejileri, söylem ve faaliyetleri itibariyle aşağıda sunulan genel kategori dahilinde tasnif edilmektedir;
Dini Motifli Terör Örgütleri; Yurtdışı kaynaklı radikal dini ideolojilere sahip, illegal örgüt ve şiddet temelinde faaliyetleri görülen oluşumlardır. (Hizbullah İlim, Hizbullah Menzil, Selam -Tevhid, İBDA/C, İslami Hareket Örgütü, Hilafet Devleti-İCCB gibi)
Radikal Dini Gruplar; Yurtdışı kaynaklı radikal dini ideolojilere sahip olmakla birlikte günümüz itibariyle henüz şiddet temelinde faaliyetleri görülmeyen ve daha çok legal alanda faaliyetlerini sürdürmeye çalışan gruplardır. (Hizbullahi Davet, Müslüman Gençlik-Yıldız, Tevhid-i Çekirdek vb)
Dini Şahsi veya Siyasi Emellerine Alet Eden Kesimler; Bazı siyasi partiler başta olmak üzere çeşitli kuruluş ve şahıslar, bu grupta değerlendirilmektedir. Şahsi ya da siyasi amaçlarına dini değerleri alet eden bu gruplar, ağırlıklı olarak legal platformda faaliyet göstermektedirler.
Tarikat ve Dini Akımlar; Faaliyetleri radikal dini gruplara nazaran farklılık arz eden bu kesim, geniş tabana sahip olup, uygulamalarını büyük ölçüde legal imkanlardan istifade etmek suretiyle yürütmektedirler. Dini anlayışları itibariyle de, geleneksel ve tasavvuf! formların ağır bastığı tarikat ve dini akımlara yönelik yapılan çalışmalar yasaların öngördüğü çerçevede sürdürülmektedir. (Tarikatlar - Nakşibendi, Kadiri.. Dini Akımlar - Nurcu, Süleymancı... gibi kesimler)
Mütedeyyin Halk Kitlesi; Yukarıdaki 4 kategori içerisinde ifade edilen gruplardan hiçbirisinin içerisinde yer almayıp, güvenlik güçlerinin çalışmalarına konu olmayan inançlı halk kitlesidir.
Ülkemizdeki dini istismar faaliyetleriyle mücadele yukarıdaki tasnif çerçevesinde yürütülmektedir. Yapılan bu tasnifle, hedef kitle tek bir kalıp halinde değerlendirilmemek suretiyle farklı mücadele yöntemleri geliştirme imkanı bulunmakta ve yürütülen mücadelede dini hassasiyeti olan kesimlerin radikal-terör gruplarının çizgisine kaymalarına da fırsat verilmemektedir.

Gelecekteki Boyutu;
-Günümüzde büyük bir darbe alan ve dağılma sürecine girdikleri gözlenen ülkemizdeki dini motifli terör örgütlerinin, mevcudu muhafaza ve toparlanma eksenli faaliyetlerini devam ettireceği,
-Tehdit boyutu itibariyle öne çıkan Hizbullah Terör Örgütünün intikam amaçlı olarak üst düzey devlet görevlileri, güvenlik güçleri, itirafçılar ile örgütün önünde engel olarak gördüğü diğer kesimlere yönelik eylem arayışlarını sürdüreceği,
-Hizbullah İlim grubunun etkinliğinin azalmasıyla birlikte özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bazı illerde oluşan boşluğu İran'a daha yakın olarak bilinen Hizbullah Menzil grubunun doldurma gayretlerini artıracağı,
-Hizbullahi örgütlenmelerin, toparlanma arayışları kapsamında dini nitelikli propagandanın yanı sıra etnik içerikli propaganda faaliyetlerine de ağırlık verebilecekleri, ayrıca genişleme ve halkın itimadını tekrar kazanma amacıyla Hizbullah ismi dışında yeni kimlikler üzerinden de faaliyetlerin sürdürülmeye çalışılabileceği,
-İran'daki yönetimin durumuna (ılımlı-radikal) paralel olarak ülkemizdeki radikal dini görüşlere sahip şahıs ve örgütlenmelere yönelik siyasi, askeri eğitimin yanı sıra silah ve para yardımlarının gelecekte de söz konusu olabileceği,
-Dini radikalizmde günümüz itibariyle yaşanan gerilemenin gelecekte de devam edeceği, ancak küçülerek lokal hale gelen örgütlenmelerin içinden geçmişe göre küçük fakat daha radikal çizgilerin de öne çıkabileceği ve bu örgütlenmelerin uluslararası işbirliği arayışlarını artırma eğilimine girebilecekleri,
-Dünyadaki dine yönelişe paralel olarak din eksenli konuların gelecekte de kamuoyu gündeminde yoğun olarak yer alacağı, din ve inançlarla bireysel ilişkinin daha da artacağı, bu bağlamda islami kesimler arasında, çağımıza uygun yeni açılımlar geliştirilmesi yönündeki gayretlerin de hız kazanacağı,
-Tarikatların orta yaş, dini akımların ise özellikle öğrenci kesimine yönelik kendi dini anlayışları doğrultusundaki propaganda faaliyetlerini basın-yayın, tv, radyo, internet gibi iletişim araçlarını da kullanmak suretiyle devam ettirecekleri, ayrıca bu kesimlerin yurtiçinden ziyade yurtdışı açılımlarını artırarak sürdürecekleri,
-Bunların yanı sıra artan globalleşme ile birlikte ülkemizde de bilinen dini inançların dışında sapık olarak nitelendirilebilecek bazı dini - felsefi akımların daha sık gündeme gelmeye başlayacağı,
Ancak dini duyguların istismarının halkımızın eğitim ve bilinç düzeyinin gelişimine paralel olarak azalma eğilimine de girebileceği değerlendirilmektedir.

d. Diğer Faaliyetler
Ülkemizdeki Ermeni Patrikhanesi ve Ermeni azınlığın statüsü Lozan Antlaşması ile belirlenmiştir. Günümüz itibariyle ülkemizde yaşayan Ermeni vatandaşlarımızın devlet güvenliği aleyhinde herhangi bir faaliyetleri görülmemektedir.
Ancak Ermeni terör örgütü ASALA başta olmak üzere bazı terör örgütlerinin geçmişte terörist eylemlere başvurdukları ve sözde Ermeni soykırımını dünya gündemine taşıyarak çeşitli kazanımlar elde etmeyi amaçladıkları bilinmektedir. Ayrıca günümüzde Ermeni diasporasının sözde soykırımın kabulü amacıyla uluslar arası platformda yoğun faaliyetler içerisinde bulunduğu bilinmektedir. Sözde soykırımı tanımanın arkasından ise tazminat ve toprak talebinin gündeme geleceği değerlendirilmektedir.

Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi ve ülkemizdeki Rum azınlığın statüsü de Lozan Antlaşması ile belirlenmekle beraber adı geçen Patrikhanenin mevcut statüsü amacını aşan ekümenik vasıf kazanma ve Heybeliada Ruhban okulunun açtırılması faaliyetleri içinde olduğu da gözlenmektedir. Bu nedenle bahse konu patrikhanenin Lozan Antlaşmasında belirlenen statüsünün sürdürülmesi önem arz etmektedir.

Ülkemizde ağırlıklı olarak Mardin ve Şırnak illeri bölgesinde ikamet eden Süryani vatandaşlarımızdan bir kısmı son dönemde ABD ve Avrupa ülkelerine göç etmiş, göç eden Süryani topluluklarından yeni nesiller ülkemiz aleyhine Süryani'lerin bağımsızlık-özgürlük istemlerini dile getiren çeşitli örgütler kurmuşlardır. Bunlar arasında en önemlileri 1995 yılında İsveç'te kurulan Asuristan Kurtuluş Partisi ve K.Irak alanında faaliyet gösteren Beth-Nahrin Yurtsever Devrimci Örgütü'dür. Her iki örgütte Dicle-Fırat nehirleri arasındaki bölgede, bağımsız yeni bir devlet kurmayı hedeflemektedir.
1993 yılından itibaren tamamen PKK'nın güdümünde K.Irak'ta faaliyet gösteren Beth-Nahrin Yurtsever Devrimci Örgütünün az sayıda silahlı kadrosu olduğu bilinmektedir. Söz konusu örgüt ismini Mezopotamya Özgürlük Partisi olarak değiştirmiştir. Mevcut durumu ile PKK'nın yeni dönem stratejisi doğrultusunda faaliyetlerinin izlenmesi gerektiği değerlendirilmektedir.

Son yıllarda, özellikle yurtdışı kaynaklı olmak üzere Ülkemizdeki demografik yapının aslında değişik milletlere ait gizli kalmış unsurlardan oluştuğu iddialarına dayanak bulma yönündeki gayretler kapsamında, Karadeniz Bölgesindeki vatandaşlarımıza empoze edilmek istenen sözde Rum - Pontus ruhunu canlandırmak amacıyla; Yunanistan'da ve diğer ülkelerde bulunan Pontus dernekleri tarafından bölgeye geziler organize edilmekte, muhtelif istismar konuları gündeme getirilerek kültürel bağlar kurulmaya çalışılmaktadır.
Vatandaşlarımızın sosyal ve ekonomik sorunlarını istismar ederek taban kazanmaya yönelik çalışmalar yürüten misyonerler, dünya genelinde Kiliseler Birliği ve ülkeler bazında da değişik isimler altında kurulan bazı dernek, vakıf vb. kuruluşlar vasıtasıyla faaliyetlerini legal zeminde sürdürmeye çalışmakta ve bu noktada ülkemizdeki bu tür vakıf ve dernekleri maske olarak kullandıkları gözlenmektedir.

Ayrıca bazı dini nitelikli faaliyetlerin, ülkemizdeki etnik yapıyı da zemin olarak kullanmak suretiyle taban kazanma arayışlarına yöneldikleri gözlenmektedir. Bu kapsamda, yıkıcı-bölücü amaçlı ideolojik motifli grup ve örgütler ile Hıristiyan misyonerler, Bahai, Yehova Şahitleri gibi unsurlar tarafından özellikle Alevi ve Kürt olarak bilinen vatandaşlarımıza yönelik planlı ve bilinçli olarak faaliyetler yürütülmektedir.

Öte yandan, bazı kesimler tarafından Aleviliğin Şii çizgiye çekilmesi gayretleri dikkat çekmekte, bu bağlamda Aleviliğin gerek Şii, gerek Nusayri ve gerekse ateist çizgide yorumlanması ve bu yöndeki istismarına yönelik faaliyetler yürütülmektedir.

Günümüzde dünya ülkelerinin hedeflerine ulaşmak amacıyla sivil toplum kuruluşlarını araç olarak kullandıkları bilinmektedir. Bu çerçevede yurtdışı merkezli veya uluslarla kuruluşlarla bağlantılı çalışan ülkemizdeki vakıf, dernek, platform v.b. oluşumların milli birlik ve bütünlüğümüz ile ülke menfaatlerimiz açısından faaliyetleri hassasiyet arz etmektedir.

3. ÇIKAR AMAÇLI SUÇ ÖRGÜTLERİ, YOLSUZLUK VE KARA PARA

a.Çıkar Amaçlı Suç Örgütleri
Yolsuzluk, gizlilik, şiddet, devamlılık, çeşitlilik, süratle değişime ayak uydurabilme ve uluslararası bağlantı kurabilme gibi kabiliyetlere sahip olan çıkar amaçlı suç örgütleri haksız olarak ekonomik kazanç elde etmek amacı doğrultusunda kurulmuş suç organizasyonlarıdır. Maddi değerleri yasal yollardan elde etme eğiliminin giderek azaldığı, gayri meşru servet edinme fırsatlarının çoğaldığı, özellikle siyasi ve idari yozlaşmanın arttığı toplumlarda bu suç örgütleri daha süratli bir şekilde gelişmektedirler.

Sözkonusu suç örgütleri çeşitli ülkelerdeki hukuki, sosyal, ekonomik ve teknolojik değişimler ile yeni oluşan şartlardan doğan boşluklardan, bir başka ifade ile "kontrolsüz alanlardan istifade etmeye çalışmaktadırlar. Bu örgütlerin en güçlü silahlarını şiddet oluştururken, yolsuzluk ise mevcudiyetlerini korumak ve sürdürmek için en gerekli faktör olarak ortaya çıkmaktadır.

Özellikle siyasi oluşumlara, güvenlik birimlerine, yargıya ve kamunun diğer birimleri ile toplumda önemli konuma sahip kişilere nüfuz ederek onların güç ve prestijinden faydalanırlar. Böylece herşeyden önce etkili bir suç kovuşturmasına karşı korunma sağlamak ve mücadeleyi olabildiğince engellemek veya önceden tedbir alarak bertaraf etmek isterler.

Çıkar amaçlı suç örgütlerinin faaliyetleri; toplumda kişiler arasındaki geleneksel ilişkilerin zayıflamasına ve bunun akabinde sosyal çözülmelere, merkezi veya yerel kamu yönetiminin etkinliğinin azalmasına, adalet sisteminin yetersiz kalmasına, yolsuzluğun yaygınlaşmasına ve sonunda da siyasi otoriteye duyulan güvene zarar vererek demokratik ve parlamenter sisteme inancın kaybolmasına neden olur.

Mevcut Durum
Ülke içerisindeki ekonomik, sosyal, hukuki ve siyasi alanlarda olumsuz etkiler yaratarak, oluşacak güvensizlik ve kaos ortamından faydalanmaya çalışan bu örgütler, ülkeler arasında kolaylıkla geçiş yapabilmektedirler. Böylece para ve mal hareketlerinden ustaca yararlanıp, işledikleri suçlar vasıtası ile elde ettikleri paralarını karmaşık bankacılık sistemlerinin varlığı sayesinde, ticari usul ve metotları da kullanarak çok hızlı aklayabilmekte ve saklayabilmektedirler. İletişim ve teknolojik gelişmeleri yakından takip ederek amaçları doğrultusunda kullanmaktadırlar.

Profesyonel anlamda çıkar amaçlı suç örgütleri ile mücadelenin başladığı yıl olan 1998'den itibaren, ülkemizde meydana gelen çıkar amaçlı suç olaylarının % 64'ü, İstanbul, Adana, Antalya, Bursa, Gaziantep, İzmir, Kocaeli, Samsun gibi ekonomik ve ticari potansiyelin yüksek olduğu, diğer illere nazaran sanayi, inşaat ve turizm sektörlerini bünyesinde daha fazla barındıran, gelir dağılımında büyük dengesizliklerin yaşandığı illerde meydana gelmiştir.

Bu suç örgütleri ekonomik alanda özellikle inşaat, toptan gıda, tekstil, giyim, lokanta, atık madde, taşımacılık, turizm, eğlence, otomobil, petrol nakliyatı ve ticareti, emlak, döviz alım-satımı, talih oyunları, temizlik ve sosyal güvenlik sektörlerinde, sosyal hayatta ise vakıf, dernek, spor klüpleri ve benzeri oluşumlarda faaliyet göstermektedirler.

Bu alanlarda faaliyetlerini sürdürürken adam öldürme/yaralama/kaçı rma, ev ve işyeri kurşunlama, darp, tehdit, çek-senet tahsilatı, fidye, haraç alma, zorla senet imzalatma, tefecilik, kamu arazilerinin yağmalanması, uyuşturucu madde kaçakçılığı, silah ve mühimmat kaçakçılığı, doku ve organ kaçakçılığı, tarihi eser kaçakçılığı, kadın ticareti, kalpazanlık ve kıymetli evrakta sahtecilik, karapara aklama, gümrük ve tekel kaçakçılığı, yolsuzluk ve insan kaçakçılığı gibi suçları işlemektedirler.

Bu suç örgütleri içerisinde, "bölgeci yapı" kuvvetli olarak devam etmektedir. Asıl çekirdeği oluşturan yapının, bu bağlantıya değer verdiği ve bir örgüt içerisinde yer alan elemanların bir çoğunun genelde aynı bölge insanı olduğu görülmektedir.

Mevcut sosyo-kültürel yapı gereği, toplum açısından dini ve ahlaki değer kabul edilen birçok kavram, bu suç örgütleri tarafından arzuladıkları hedefe ulaşmak için vasıta olarak kullanılmaktadır. Suç örgütlerinin bu faaliyetleri, toplumun sosyal psikolojisine yönelik, zaman zaman sistemli, zaman zaman da kendiliğinden gelişen yöntemlerle gerçekleştirilmektedir. Birçok örgüt önde geleni; iş adamı veya benzeri sıfatlarla eğitim, kültür, spor aktiviteleri, ulusal bayramlar, milli günler ve özellikle tabii afet vb. gibi toplumun duyarlı olduğu konuları çok iyi değerlendirip bu günlerde yine usulsüz olarak elde ettikleri kazançlarından bir bölümünü çeşitli yöntemlerle dağıtmaktadırlar.

Basın ve yayın kuruluşlarının bu konularda yapmış oldukları yayınlar zaman zaman haber niteliğinin ötesinde bu örgütlerin propagandalarına yönelik yayınlar olabilmektedir.
Siyasi ve bürokratik mekanizmanın yolsuzluğa bulaştırılması da, ülkemizdeki suç örgütlerinin kullandıkları yaygın yöntemlerdendir.

Gelecekteki Boyutu
Günümüzdeki teknolojik gelişmelerle birlikte toplumlararası ilişkiler sıklık ve yoğunluğunu artırmıştır. Gelişen küresel ekonomi, çok taraflı kurallara ve kurumlara ihtiyaç göstermektedir. Kredi kartları ve internetin kullanım alanının gün geçtikçe yaygınlaşması ve sonuçta elektronik ticaret olgusunun ortaya çıkması, bazı ülkelerin ekonomik işbirliği yaptığı ülkelere çeşitli gümrük muafiyetleri tanıması gibi olaylar suç ve suçlu profilini değiştirmekte, mali ve bilişim suçları alanında karşımıza uluslararası bağlantıları olan suç şebekelerini çıkarmaktadır. Ekonomik faaliyetlerle ilgili yapılan işlemlerin karışık ve ülkeden ülkeye farklılık göstermesi suç şebekelerinin işini kolaylaştırmaktadır.
Hızla gelişen teknolojinin, bu alanda yeni suç çeşitlerini ortaya çıkaracağı, buna bağlı olarak da sözkonusu örgütlerin yöntemlerini değiştirerek, eylemlerinde daha profesyonel insanları kullanacağı,

Bankacılık ve ticari sektörlerde söz sahibi olmaya çalışarak özellikle ekonomik ve politik sistem üzerinde etkilerini daha fazla arttırmaya çaba gösterecekleri,

Serbest piyasada bazı sektörlerin kısmen suç örgütlerinin kontrolüne girdiği ve bu durumun devam etmesi halinde ekonomik sistemin çıkar amaçlı suç Örgütlerinin kontrolüne geçme riski ile karşı karşıya kalabileceği,

Yukarıda belirtilen olumsuzlukları gidermek maksadıyla etkin ve uygulanabilir önlemler alınmadığı takdirde tehditin yaygınlaşabileceği, siyasal ve kamusal otoriteye duyulan güvenin zarar göreceği ve sisteme olan inancın kaybolacağı bir ortamın oluşabileceği değerlendirilmektedir.

b. Yolsuzluk
Yolsuzluk, bir ceza hukuku sorunu olmanın yanı sıra sosyal ve ekonomik bir olgudur. Suç organizasyonlarının etkin olduğu konuların başında gelen yolsuzluğun yaygınlığı, devlet kurumlarına, siyasi otoriteye duyulan güvene zarar verir ve mevcut sisteme olan inancın kaybolmasına neden olur.

Bu tür suçlar ülkelerin ekonomik, toplumsal ve hukuksal yapılarına göre şekillenmektedir. Bu nedenle, legal yapı içerisinde gizlenerek gerçekleştirilen yolsuzluk suçlarını tespit etmek oldukça zordur. Yolsuzluk suçları gerçekleştirilirken ve suç sonrasında elde edilen haksız değer ve menfaatler gizlenirken uluslararası ticaretin getirmiş olduğu imkanlarla global para ve mal hareketlerinden ustaca faydalanılmaktadır. Yolsuzluğun sonucu olarak ortaya çıkan kayıtdışı ekonomi de sadece vergi kaçırma amacıyla saklanan işlemleri değil, vergiye tabi olsun olmasın milli gelir hesaplarına intikal etmeyen tüm ekonomik faaliyetleri kapsamaktadır. Bu faaliyetler ülke ekonomisini ve kamu yararını zedelemektedir.

Mevcut Durum
Ülkemizde meydana gelen olaylar değerlendirildiğinde, yolsuzluğun "genellikle 3 ve daha fazla kişinin bir araya gelerek bazı kamu görevlilerinin de katılımıyla Devlet Hazinesinin zarara uğratılması" şeklinde gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Bu suçla mücadele bir yandan ceza hukuku, diğer yandan da oluşturulan denetim kurulları aracılığıyla yürütülmektedir. Yolsuzluk, çeşitli yasalarla yaptırım altına alınmış olmasına rağmen ülkemiz için önemli bir sorun olmaya devam etmektedir. Bu suçların özellikle devletin mal ve hizmet alımı, gümrük işlemleri, bankacılık, vergi iadesi, tarım, ihracat ve hayvancılık gibi sektörlerin desteklenmesi amacıyla yapılan prim ödemeleri gibi alanlarda ortaya çıktığı görülmektedir.

Gelecekteki Boyutu
Önümüzdeki süreçte ülkemizdeki yolsuzluk kamuoyunda bu bağlamda oluşacak konsensüs ile adli ve idari mekanizmalarda mevcut hukuki düzenlemelerin etkin bir şekilde uygulanması ve hukuki eksiklerin tamamlanmasıyla mümkün olabilecektir.
Tüm bu etkenlerin yolsuzluk suçuyla mücadelede göz önünde bulundurulması, ülkelerarası mevzuatın uyumlaştırılması gerekmektedir. Aksi halde yolsuzluk suçu, varlığını hem de genişleyerek ve küresel olarak sürdürecektir.

Karapara
Suçtan elde edilen gelirlerin çeşitli şekillerde kullanılması yıllardan beri gerek ülkemizde ve gerekse diğer ülke mevzuatlarında suç olarak görülmüş ve cezalandırılmıştır. Ancak özellikle son yıllarda organize suçların artmasıyla birlikte, tüm dünya ülkeleri suçun önlenmesi için suç gelirlerine el konulması suretiyle takip eden suçları işlemelerinin önlenmesi gerektiği fikrini benimsemişlerdir.

Karapara doğrudan yasadışı bir fiilin işlenmesi sonucunda veya yasalara uygun bir fiilden kazanılan paranın ödenmesi gereken vergisinin kaçırılması amacıyla gizlenmesi şeklinde oluşmaktadır.

Karapara kavramı birçok ülkede farklı tanımlanmakla birlikte genel manada suçtan elde edilen paradır. Bu paranın kimliğinin değiştirilmesi suretiyle meşru bir kazanç haline getirmeye çalışmak ise karapara aklama suçudur.

Karapara ve Karaparanın aklanması birbirinden ayrılamayan ama farklı olan kavramlardır. Aklama sürecinde suç kaynaklı karaparaya yeni bir kimlik sağlanmakta, kendisiyle ilişkiye giren kimselerinde bu paranın kaynağını öğrenmeleri engellenmektedir. Suçtan elde edilen para mali sistem içinde uzun müddet kalabilmekte, ekonomik faaliyetler içerisine yayılıp onu çürütmekte ve kendisi de büyümesini devam ettirmektedir.

Mevcut Durum
Ülkemizde 4208 Sayılı Karaparanın Aklanmasının Önlenmesine Dair Kanun ile;
-1918 Sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanundaki,
-6136 Sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar Hakkındaki Kanundaki,
-2238 Sayılı Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkındaki
Kanundaki,
-2863 Sayıl Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması Hakkındaki Kanundaki, -213 Sayılı Vergi Usul Kanununun 344 üncü maddesinin 2 ve 3 numaralı
bentlerindeki,
-765 sayılı Türk Ceza Kanunundaki,
Devlet Aleyhine İşlenen Cürümler ve aynı Kanunundaki terör suçları ile Uyuşturucu, Yağma ve Adam Kaçırma, Şantaj, Karaborsacılık, Kalpazanlık ve sahtecilik, Dolandırıcılık ve Hileli İflas suçlarının işlenmesi suretiyle elde edilen para veya para yerine geçen her türlü kıymetli evrakla, mal veya gelirleri veya bir para biriminden diğer bir para birimine çevrilmesi de dahil, sözü edilen para, evrak, mal veya gelirlerin birbirine dönüştürülmesinden elde edilen her türlü maddi menfaat ve değeri karapara olarak belirlenmiştir.
Bu Kanun ile;
Karaparanın aklanmasının önlenmesinde, mali hareketleri incelemek, denetlemek ve karaparanın aklanmasını tespit etmek amacıyla Maliye Bakanlığına bağlı, Mali Suçları Araştırma Kurulu Başkanlığı kurulmuş,
Karaparanın önlenmesine yönelik çalışmalarda ilgili kurum ve kuruluşlarla koordine kurmak, uygulamaya ilişkin politikaları tespit etmek, mevzuat düzenleme
ve tekliflerini değerlendirmekle görevli Mali Suçlarla Mücadele Koordinasyon Kurulu adı altında bir organ oluşturulmuş,
Belirtilen suçlardan sağlanan gelirlere yasal nitelik kazandırılması, yani karaparanın aklanması suç olarak kabul edilmiş ve bu gelirlerin müsadere edilmesi imkanı sağlanmıştır.
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de Karaparanın aklanması süreci yerleştirme, ayırma ve bütünleşme olmak üzere üç aşamadan oluşmaktadır. Yerleştirme aşamasında suçlunun amacı, suçtan elde ettiği kazancı nakit formundan kurtarmak, ayırma aşamasında fonun kaynağının 'kara' olduğunu gizlemek amacıyla sıklık, hacim ve karmaşıklık açısından yasal işlemlere benzeyen bir dizi mali işlem yapmak ve bütünleşme aşamasında ise yasal gibi görünen kazançlar ile yatırım yapmaktır.
Paranın kimliğini gizlemek için, başta teknolojinin sağladığı imkanlar olmak üzere birçok metot kullanılmaktadır. Yurtdışına kaçırma, kıymetli evraka dönüştürme, serbest bölgelerde sunulan mali hizmetlerden faydalanma, banka transferlerinden yararlanma ve kredi kartlarının kullanılması en belirgin yöntemlerdendir.

Gelecekteki Boyutu
Karaparanın aklanmasını önleyememek, suç gruplarının işledikleri suçlardan maddi fayda sağlamalarını kolaylaştırmaktadır. Bu durum suçu daha cazip hale getirmekte, suç odaklarına daha büyük suçları işlemeleri için imkan sağlamaktadır. Ekonomik ve finansman gücünün suç organizasyonlarında toplanması, nihayetinde milli ekonomiye ve demokratik sisteme zarar verecektir.
Suç aktiviteleri sonucunda elde edilen karaparanın yaratacağı tehlikeler karşısında kayıtsız kalmak, hem daha iyi gizlenmiş, hem de ekonomi ve toplum için daha zararlı etkiler yapabilecek suç türlerini ortaya çıkarabilecektir. Aynı zamanda suçun kontrolü ve yok edilmesi daha zor bir hal alabilecektir.

4. YASADIŞI GÖÇ VE TOPLU SIĞINMA

Türkiye'ye sınır olan veya aynı bölgede bulunan ülkelerin istikrarsızlık içerisinde bulunmaları ve her zaman yeni gelişmelere açık olmaları, bu ülke vatandaşlarının, toplu veya münferit olarak sığınmak amacı ile ülkemize
gelmelerine, iltica etmelerine veya sosyal ve refah seviyesi yüksek batı ülkelerine gidebilmek için transit geçiş ülkesi olarak kullanmalarına sebep olmaktadır. Bu bağlamda ülkemiz, sığınma ve yasadışı göç açısından hedef, transit ve kaynak ülke konumundadır.

Mevcut Durum;
1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi, ülkemizin içinde bulunduğu bölge göz önünde bulundurularak coğrafi çekince (tercih) ile kabul edilmiştir. Böylece Avrupa'dan gelen yabancılara iltica hakkı tanınmış, diğer bölgelerden gelen yabancılara ise uluslararası hukuk ve uygulamalar açısından geçici koruma hakkı verilmesi zorunluluk teşkil ettiğinden dolayı ulusal mevzuatımızla sığınma hakkı verilmiştir.

Ulusal mevzuatımız, yabancıların sığınmak amacıyla topluca sınırlarımıza gelmesi durumunda, bunların sınırda durdurularak sınırı geçmelerinin önleneceğini, aksine bir siyasi karar alınması halinde ise bu karara göre hareket edileceğini hüküm altına almıştır.
Yasadışı göçmenler Türkiye'de kaldıkları müddetçe; kaçak çalışarak ucuz işgücü oluşturmakta, Türk vatandaşlarının çalışma ve istihdam alanlarını daraltarak, işsizlik sorununu artırmakta, milli kaynakların yurt dışına gitmesine sebep olmaktadır. Yasadışı geçişler sınırlarımızın güvenliğini zedelemekte, çok büyük oranda rant bulunması ve cezai açıdan daha az risk içermesi sebebi ile illegal sınır geçişlerini organize eden çıkar amaçlı organize suç şebekelerinin oluşmasına neden olmaktadır. Terör örgütü PKK'da yasadışı geçişleri organize ederek maddi menfaat sağlamakta, örgüte eleman ve sempatizan kazandırmaktadır.

Yasadışı göçmenler ülke içerisinde sahtecilik, kaçakçılık, fuhuş gibi suçlara karışarak kamu düzenini ve sağlığını tehdit etmekte, yakalandıklarında ise iaşe, ibateleri ve sınırdışı edilmeleri için devlet bütçesinden yüksek miktarda para harcanmasına da sebep olmaktadırlar.

Bunun yanısıra, Türkiye'yi çevreleyen güvenlik kuşağındaki ülkelerde yaşayan Türk soyluların ülkemize legal veya illegal göç etmeleri, stratejik çıkarlarımıza da ters düşmektedir. Sözkonusu kuşakta ülke güvenliğimiz ve etkinliğimiz açısından bu kitlelere ihtiyaç duyulmaktadır.

Gelecekteki Boyutu;
Nüfusu giderek yaşlanan bazı Avrupa devletlerinin genç nüfusa ihtiyacı olduğu bilinen bir gerçektir. Bunun yanı sıra, kendi vatandaşlarının çalışmak istemeyeceği alanlarda kullanılacak ucuz işgücü ise ekonomilerine ayrı bir katkı sağlamaktadır. Diğer taraftan, başka ülkelerden yetişmiş insan göçü (beyin göçü) bu ülkeler için maliyetsiz kazanç anlamına da gelmektedir. Batılı devletlerin belirli oranda göçmen ihtiyacı olmasına rağmen, yasadışı göçü önlemek istemelerinin asıl sebebi, ülkelerine vasıfsız yabancıların gelmesinin engelleyerek, nitelikli kişileri almak istemelerinden kaynaklanmaktadır.

Cenevre Sözleşmesi ve AB Müktesebatı; iltica müracaatlarının değerlendirilmesinde yabancının giriş yaptığı ilk güvenli ülkenin sorumlu olduğunu, mültecilerin zulüm riski taşıyan yere geri gönder ilemeyeceğini ve iade edilemeyeceğini içermektedir. AB Türkiye'nin, Cenevre Sözleşmesine koyduğu coğrafi çekinceyi kaldırmasını istemektedir. Ancak bu çekincenin kaldırılması halinde Türkiye, doğudan batıya transit geçiş güzergahı ve ilk güvenli ülke olarak kabul edileceğinden, AB ülkelerinin kabul etmeyeceği tüm üçüncü ülke vatandaşı yabancılar, ülkemize iade edilebilecek, bu yabancıların asli ülkelerine gönderilmeleri de sözkonusu olamayacaktır.

Böylece Türkiye, Avrupa Birliğini yasadışı göçmenlerden ve mültecilerden koruyan bir tampon bölge haline gelebilecektir. Halihazırda AB, ülkelerinde kamu güvenliğini bozan, arzu etmedikleri üçüncü ülke vatandaşlarını ülkemiz üzerinden asli ülkelerine sınırdışı etmek istemeleride bunun bir göstergesidir.

Komşu ülkelerdeki istikrarsızlık sebebiyle Türkiye, her zaman için münferit veya toplu sığınma/göç olayları ile karşı karşıya kalma tehlikesi içinde bulunmaktadır. Ülkemiz demokratik ve ekonomik yapısı geliştikçe, buna bağlı olarak da sosyal ve refah seviyesi yükseldikçe, mülteci, sığınmacı ve göçmenler için hedef ülke konumunda olacak, aynı zamanda refah seviyesi yüksek batı ülkelerine gitmek için transit bir ülke konumunda bulunacaktır. Avrupa Birliği'ne adaylık sürecimizle birlikte de ülkemize yönelik insan hareketlerinde artışlar görülecektir.

5. CEZAEVLERİ

Mevcut Durum;
Mevzuatta sıkça yapılan değişiklikler ve af yasalarıyla ceza infaz sisteminin bütünlüğü bozulmuş, toplumun suçludan korunması, suçlunun cezasını çekmesi, ıslah edilmesi ve topluma yeniden kazandırılması ilkeleri işlemez hale gelmiş, infaz sistemi caydırıcılığını büyük ölçüde yitirmiş ve yeni suç ve suçlular üretir hale gelmiştir. Cezaevlerinin iç ve dış güvenlik yönetiminin farklı kurumlarda olması ve bunun sonucu olarak da ortaya çıkan çift başlı yönetim uygulamada bir takım sorunları da beraberinde getirmektedir.

Cezaevi iç yönetiminden sorumlu personelin eğitiminin yetersizliği, bu konuda eğitim sağlayan bir okul bulunmaması ve meslek içi eğitimlerin de yetersiz kalması nedeniyle yönetimde istenilen verim ve hizmet düzeyine ulaşılamamaktadır. Tutuklu ve hükümlülerin aynı cezaevlerinde barındırılması, suç niteliklerine ve cezalarının derecelerine göre ayrı cezaevlerine konulamaması, farklı nitelikteki suçluların birbirini etkileyerek cezaevlerinin birer suç okulu haline gelmesine neden olmaktadır.

Cezaevlerinin büyük çoğunluğu koğuş sistemi şeklinde inşa edilmiş olup güvenliğin ve disiplinin sağlanmasına elverişli değildir. Ayrıca bir çok cezaevinin yer seçimi uygun yapılmadığından bir çoğu yerleşim alanı içerisinde kalmıştır. Bu durum bir taraftan cezaevlerinin güvenliğini olumsuz yönde etkilerken diğer taraftan bazı kentlerimizde huzur ve asayişi bozan bir unsur haline gelmiştir.

Cezaevlerinin büyük çoğunluğunun kapasitesinin azlığı ve dağınıklığı, fiziki tedbirlerinin yetersizliği; personel israfına, firarlara ve ekonomik açıdan devlete fazladan mali yüke neden olmaktadır.

Bu sorunların zaman içerisinde köklü çözümlere kavuşturulamaması, cezaevlerinde büyük çaplı isyan ve direniş olaylarına yol açmış ve buda bazı kesimlerin propagandalarıyla ülkemiz açısından olumsuz bir imajın oluşmasına sebep olmuştur.

Sonuç olarak; ceza ve tevkifevlerinde yaşanan sorunlar, bu sorunların nedenleri ve bunlara ilişkin değerlendirmeler, devletin bütün kurumlarının mutabakatını ve gerçekçi çözüm tarzları üzerinde güç birliği yapılmasını zorunlu kılmakta, AB ve Birleşmiş Milletler standartlarına uygun olarak ve bu çevrelerce genel kabul görmüş kurallar çerçevesinde cezaevlerinin ıslah çalışmalarının sürdürülmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.

6. TOPLUMSAL ŞİDDET. SUÇ VE SUÇLULUK VE BUNLARI BESLEYEN ETKENLER

Mevcut Durum
Suç, toplumda yaşayan bireyler üzerinde güvenlik endişesi yaratan ve kamu güvenliği için kontrol altına alınması zorunlu olan sosyal, psikolojik, ekonomik ve hukuki bir sorundur. Türkiye'de suç, uzun süre bireysel faaliyet olarak görülmekle birlikte, son 30 yılda suçların görünümü değişmiş ve örgütlü suçlar daha etkin bir hal almıştır.

Bu bağlamda suçların nitelik ve niceliğine bakıldığında her geçen gün artış olduğu gözlenmektedir. Devletimizin imkan ve kaynaklarının terör örgütleri ile mücadele bağlamında yoğunlaşması, diğer suçların artışına zemin hazırlamış, son on yıllık dönemde trafik suçları birinci, asayiş suçları ikinci, kaçakçılık suçları üçüncü, toplumsal olaylar dördüncü, terör suçları beşinci sırada yerini almış, gelişen teknolojinin suçta kullanılmaya başlanması ile yeni suç tipleri ortaya çıkmıştır.

Yine bu döneme ait istatistikler değerlendirildiğinde suçların özellikle nüfus yoğunluğu fazla olan illerde artış gösterdiği görülmektedir. Bu çerçevede, nüfusun ve plansız kentleşmenin yoğun olduğu başta İstanbul olmak üzere büyük şehirler suç dağılımda ön sıralarda yer almaktadır.

Terör olayları ve organize suçlar nicelik olarak trafik ve asayiş suçlarından sonra gelmekle birlikte; kamu düzenine ve hukuk devletine verdiği zararla ülke gündeminde daima birinci sırada yer almaktadır. Ancak, toplumu ve vatandaşı doğrudan etkileyen trafik suçları ile şahsa ve mala karşı işlenen asayiş suçlarının toplumda güvenlik endişesi oluşturmayacak seviyeye çekilmesi de bir zorunluluktur.

Kırsal alanlardan yaşanan göçler sonucu, metropol iller başta olmak üzere şehirlerde ortaya çıkan hızlı nüfus artışı ve çarpık kentleşme, beraberinde gecekondulaşma ve varoş denilen kent dışı yerlerin yaygınlaşmasını getirmekte, bu sağlıksız ortam işsizliğin de etkisiyle yasadışı kolay kazanç yolunun seçilmesine, sosyal kontrol vasıtası olan geniş aile ve komşuluk münasebetlerinin dağılmasına ve suç oluşumuna neden olmaktadır.

Ekonomik ve sosyal sorunlar, hırsızlıktan gaspçılığa, rüşvetten yolsuzluğa, psikolojik bunalımlardan aile geçimsizliklerine hatta intihar girişimlerine kadar bir çok probleme yol açmakta, insanları saldırgan yapmakta ve toplumda suç oranı artmaktadır.

Adalet sisteminin yavaş işlemesi, sıklıkla çıkarılan aflar, suç işleyenlerin genellikle tutuklanmaktan kurtulmaları, tutuklanmayan faillerin suç işlemeye devam etmeleri, cezaların yetersizliği ve caydırıcı özelliğinin olmaması ve yaşam kalitesindeki düşüşün bir sonucu olarak kendisine haksızlık yapıldığını ve/veya adaletli davranılmadığını düşünen kişi sistem içindeki yasal yollarla bu haksızlığın veya adaletsizliğin önlenebileceğine olan inancını kaybetmesinden dolayı adaleti kendince sağlamak amacıyla suç işlemektedir.

Şiddetin kabul edilebilir bir davranış, yasaları ihlal edenlerin kahraman ve bu ihlaller sonucunda yasal otorite ile hiç yüzyüze gelmeyen insan tiplemelerinin sergilendiği televizyon programları ve filmler, suç ve şiddet içeren olayların kamuoyuna duyurulması, insanların suç ve şiddete yönelik davranışları öğrenmelerine neden olmakta, hazırlık soruşturmasında gizli kalması gereken bilgiler basın mensupları ve medya kuruluşları tarafından kamuoyuna duyurularak suçla mücadele zaafa uğratılmaktadır.

Bu bağlamda; çocuklar üzerinde aile ve çevre denetiminin azalması ve çocukların yetişkinler tarafından suçta kullanılmasının da bir sonucu olarak çocuk suçluluğunda artış gözlenmekte; son dönemde çocuk ve kadınların en çok genel adab ve aile nizamı ile şahıs hürriyeti aleyhine suçlar ve yankesicilik/kapkaççılık suçlarından mağdur olduğu görülmektedir.

Ülkemizde, çeşitli nedenlerle artış gösteren suç ve suçlulukla etkin mücadele, öncelikli olarak iç güvenlik birimlerinin çözmesi gereken bir sorun olarak görülmüş, suç ve suçluluğun nedenleri ayrıntılı olarak değerlendirilmemiş, suç ve suçlularla mücadele sistemimiz genellikle suç olayları ortaya çıktıktan sonra olaylara müdahele edilerek suçluların yakalanması, adalete teslim edilmesi ve kişilerin cezalandırılmasına odaklanmıştır.

Gelecekteki Boyutu
Suç ve suçlulukla mücadelede etkin tedbirler alınmadığı takdirde; suç artışı devam edecek; büyük şehirlerimizde ortaya çıkan kapkaç olayları, meskun mahalde silah kullanılması, alkollü sürücülerin sebep olduğu trafik kazaları gibi doğrudan cana ve mala zarar veren suçların yanı sıra tefecilik, değnekçilik gibi bazı olgular da devlet otoritesine duyulan güven üzerinde olumsuz etki yaratabilecek, genç nüfus denetim ve disiplinden uzak kalacak, toplumda sosyal problemler ve saldırgan davranışlar artabilecektir.

Ancak, suç sonrası yapılan işlemlere ağırlık verilerek suçların sebeplerinin tümüyle ortadan kaldırılması ve mevcut şartların iyileştirilmesi mümkün görülmemektedir. Bu nedenle suça neden olan sorunların çözümü ve suçların oluşmadan önlenmesi için suçtan endişe duyan her bir kurumun, sivil toplum kuruluşunun ve vatandaşın suçla mücadeleye aktif katılımı sağlanmalı, işbirliğine ve güven esasına dayalı önleyici yaklaşımlar geliştirilmelidir.

7. İÇ GÜVENLİK STRATEJİSİ AÇISINDAN KAMU YÖNETİMİNİN ETKİN HALE GETİRİLMESİ

Türk Kamu Yönetimi merkezde, taşrada ve yurtdışında örgütlenmiştir. Bakanlar Kurulu, başbakanlık ve bakanlıklar şeklinde yapılanan merkez teşkilatının temel görevi devlet organları arasında eşgüdüm ve uyumu sağlamaktır. Taşra teşkilatı sistemi ise, merkezi yönetimin "il sistemine" göre teşkilatlandığı ve illerinde "yetki genişliği" esasına göre yönetildiği sistemi ifade eder. İllerde valiler ve ilçelerde kaymakamların görev, yetki ve sorumlulukları 5442 Sayılı İI İdaresi Kanunu ile düzenlenmiş olup, asıl olarak koordinasyon, kamu huzurunu ve güvenliğini temin, toplumsal gelişmede öncülük gibi işlevleri yürütmektedir. Etkili ve iyi çalışan bir kamu yönetimi ülke çapında huzur ve barışın sağlanması ve iç güvenliği tehdit eden birçok unsurun ortadan kaldırılması açısından önem arz etmektedir.

Kamu yönetiminin işleyişinden kaynaklanan, ülkenin iç güvenliğini doğrudan veya dolaylı olarak etkileyen sorunların giderilerek kamu yönetiminin iyileştirilmesi, vatandaş-devlet ilişkisinin güven temelinde en üst düzeye çıkarılması, ülke çapında güvenliğin, huzur ve istikrarın sağlanması açısından önemlidir. Diğer bir ifade ile halkın kamu yönetiminden beklentilerine cevap verecek bir yapılanmaya gidilmesi için sosyal adaleti ve çağdaş gelişmeleri gözeten bir kamu yönetimi yapısının ve işleyişinin oluşturulması gerekmektedir.

Mevcut Durum

-Ülkemizde kamu yönetiminin etkin ve verimli çalışmasının önündeki en önemli engeller; yetki-görev-sorumluluk üçlüsünün orantısızlığı, hantal yapı, kırtasiyecilik, politizasyon ve modern gelişmelere/çağın gereklerine yeterince açık olmamasıdır. Bütün bu sayılan mahsurları bertaraf etmek için kısa, orta ve uzun vadeli stratejiler tespit edilip kararlılıkla uygulamaya konmalıdır.
-Temel hizmetlere, kırsal ve bölgesel kalkınmaya yeterli kaynak aktarı lamamaktadır. Bu durumun sonuçlarından birisi de bölgeler arası gelişmişlik farklarının artmasıdır. Ayrıca az gelişmiş yörelerden kaynaklanan iç göç kentlerde işsiz, eğitimsiz ve gayri memnun kitleler yaratmakta bu durum illegal örgütlerin rahat faaliyet gösterebileceği uygun.alanlar oluşturmaktadır.
-Kamu personel rejiminden kaynaklanan ücret dengesizliği, eğitim yetersizliği, etkili ve verimli olamama gibi sebeblerle kamu yönetimi yeterince kaliteli hizmet üretememektedir.
-Kamu yönetiminde yeterli şeffaflık sağlanamamıştır. Denetim mekanizmaları etkin olmayıp, kamuoyu denetimine yeterince açık değildir.